14 Eylül 2007 Cuma

ZİRAATÇILAR DERNEĞİ BAŞKANI İBRAHİM YETKİN İLE SÖYLEŞİ

Yazar Oktay Güney
31 03 2007

USİAD Bildiren dergisi editörü Oktay Güney,
Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı
İbrahim Yetkin ile görüştü:
"IMF programının tarım sektörüne tahribatı çok büyük"

1. Bugün Türk tarımının yapısal sorunları kısaca nelerdir?
Türk tarımının bugünkü yapısal sorunlarını anlayabilmek için 1980 sonrasında yaşanan gelişmelere bir göz atmak gerekir. Çünkü 1980 sonrası Türk tarımı açısından bir dönüm noktasıdır ve 24 Aralık 1979 tarihinde alınan istikrar önlemleri bu dönemin başlangıcını oluşturur.

1980 sonrasında yapılmak istenen, uzun yıllar tam olmasa da kendine oldukça yeterli olan tarım kesimini tam olarak dünya pazarlarına açmak ve gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarının bir uzantısı haline getirmekti.

Bu dönemde, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere eskiden tarımsal hammadde ya da gıda maddeleri ithal eden gelişmiş ülkeler, tarımsal açıdan ihracatçı ülkeler haline dönüşmüşlerdi. Avrupa pazarının doyması dünyanın en büyük tarımsal üreticilerinden biri olan ABD’yi de yeni tarımsal pazarlar aramaya yöneltmişti.

Bu durumda, gelişmiş ülkelerin etki alanına girmiş olan Türkiye’nin artık tarımsal üretimini geliştirecek politikalara bir nokta koyması, giderek tarımsal üretimden vazgeçip “ithalatçı ülke” konumuna gelmesi gerekiyordu.

Ancak bu kolay bir iş değildi.

Bunun için öncelikle “korumacı” tarımsal yapının dönüştürülmesi, mevcut destekleme politikalarının değiştirilmesi, piyasayı düzenleyen ve çiftçinin ürününü değerlendiren kurumların dağıtılması ve yok edilmesi gerekiyordu.

Bu amaçla ilk önce, “küreselleşme” olgusu öne sürülerek: “içine girilen yeni dönemde artık hiçbir devletin öz kaynaklarını koruma ve geliştirme gibi bir politikasının olamayacağı, her ülkenin küresel ekonominin bir parçası olması gerektiği”, yoğun bir biçimde propaganda edilmiştir. Bu yapılırken, “küreselleşme bağlamında liberalleşme” olarak tanımlanan dönüşüm süreçlerinin ABD, AB ve diğer gelişmelerini tamamlamış ülkelerin kendi çıkarlarına uygun olarak geliştirdikleri stratejiler olduğu göz ardı edilmiştir. Özellikle tarım gibi, ülke ekonomisi, halk sağlığı ve ulusal güvenlikle yakından ilgili stratejik bir sektörde gelişmiş ülkelerin “korumacı” önlemleri tüm katılığıyla sürdürdüğü gizlenmiştir.

Yine bu dönemde, devlet yapısında önemli değişiklikler gerçekleştirilirken, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi de başlatılmıştır. Ancak, tarım kesiminin taşıdığı büyük önem ve ülke nüfusunun hâlâ önemli bir bölümünü barındırması (1980’de yüzde 56 idi. Bu rakam 2000’li yıllarda yüzde 35’e düşmüştür), siyasi kaygılar gibi nedenlerle bu süreç oldukça ağır bir biçimde işlemiş ve yaklaşık 20 yıl sürmüştür.

Bu süre içinde şu adımlar atılmıştır:

*

1984 ve 86 yıllarında yapılan yasal değişikliklerle KİT’lere ortak alma ve bunları özel kişi ve kurumlara devretmenin yasal yolu açılmıştır.
*

Özelleştirmelerin tek elden yürütülmesi için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. (Önce Kamu Ortaklığı İdaresi görevlendirilmiş, daha sonra Kamu Ortaklığı Yüksek Kurulu ve daha sonra Özelleştirme İdaresi Başkanlığı oluşturulmuştur)
*

Bu amaçla Amerikan Morgan Bank’a bir Özelleştirme Master Planı hazırlatılmıştır.
*

Ardından YEMSAN, SEK, EBK, ORÜS özelleştirilmiştir.
*

ÇAYKUR, TÜGSAŞ, TMO, TEKEL ve Şeker Fabrikaları A.Ş. gibi kurumların özelleştirme yoluyla tasfiyesi için tüm hazırlıklar yapılmıştır.
*

Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin sınai işletmeleri kapatılmış ya da kapatılmaya zorlanmış, ülke kalkınmasının kilit sektörü olan tarımsal sanayinin gelişmesi önlenmiştir.
*

Bu işlemlerin yapılabilmesi için tarımsal KİT’ler ve üretici birlikleri özel bankalara yüksek faizlerle borçlandırılmış, daha sonra faiz ödemeleri zarar olarak gösterilerek “kara delik” edebiyatı yapılmıştır.
*

Devlet Üretme Çiftlikleri’nin özel sektöre açılması yoluyla bu kurumların özelleştirilmesi için ilk adımlar atılmıştır.
*

Bu arada, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nı işlevsiz kılacak ve olası bir devlet yönlendirmesini engelleyecek önlemler de alınmıştır.
*

Bu çerçevede 1985 yılında Toprak Sulama Teşkilatı kapatılmıştır. Zirai Donatım kapatılmıştır. Böylece sulama ve köylüye gübre başta olmak üzere girdi temininde düzenleyici kurumlar dağıtılmıştır.
*

Tarım Bakanlığı teşkilatı içindeki genel müdürlükler dağıtılmış ve teknik personel işlevsiz kılınmıştır. Yetkiler bakanlıklar ve kurumlar arasında aşırı bir şekilde bölünmüş, bu alanda herhangi bir politikanın koordineli olarak uygulanması imkansız hale getirilmiştir.
*

Bu arada ithalatın serbestleştirilmesi yoluyla tarım ve hayvancılık alanında üretim yapan toplum kesimi iflasa sürüklenerek caydırılmak istenmiştir.
*

Bu politikanın özellikle hayvancılık alanında yarattığı yıkım bugün tam anlamıyla ortaya çıkmış durumdadır. Geçmişte bölgenin en büyük hayvan üretici potansiyeline sahip olan ve hayvan ihraç eden Türkiye, bugün kaçak hayvan cenneti haline gelmiştir. Yerli ırkları ıslah yerine dışarıdan uyum sorunu olan, hastalıklı hayvanlar ithal edilmiş, YEMSAN, EBK VE SEK’in özelleştirilmesi ile üretici ürettiğini değerinin çok altında satmaya ya da imha etmeye yönlendirilmiştir.
*

Desteklenen ürün sayısı azaltılmış ve tarım üreticisinin gelir düzeyi aşağıya çekilmiştir.

Türk tarımının bugün içinde bulunduğu yapısal sorunlarının temelini bu hatalı politikalar oluşturmaktadır.

2. 1999 yılında uygulanmaya başlanılan “Tarım Reformu”nun sonuçları nelerdir?

Tarım Reformu adı altında 1999 yılından başlayarak uygulanan IMF programı’nın tarım kesiminde yol açtığı tahribat, “reform”un en katı biçimde uygulandığı 1999-2002 arasını kapsayan, aşağıda vereceğimiz bilgi ve rakamlarda çok açık olarak görünmektedir. (NOT: Bu bölümde verilen tüm rakamlar Dünya Bankası’nın Reform sonuçlarını değerlendirmek için hazırlattığı resmi raporlardan alınmıştır).

*

Tarım kesimine kaynak aktarımında 4.3 milyar dolarlık azalma: Programın üç yıllık uygulama süreci içinde çiftçilere yapılan mali transferler 4.3 milyar dolara kadar indirilmiştir.
*

Tarımsal gelirde yüzde 16 kayıp: Programın uygulanması sonucu 1999-2002 yılları arasında tarımsal gelirde yüzde 16’lık kayıp, tarımsal gelirde ise yüzde 20’lik düşüş görülmüştür. Bu düşüş, tarımsal çıktıdaki yüzde 4’lük azalmadan kaynaklanmaktadır.
*

Tarımsal sübvansiyonlarda 5.5 milyar dolarlık azalma: 1999-2002 arasında, tarımsal desteklerdeki kesintiler 5.5 milyar doları bulmuştur. Doğrudan Gelir Desteği (DGD) uygulamasının devreye sokulması ile birlikte, tarımsal destekler, GSMH’nın yüzde 2.3’ü oranında azaltılmıştır. Sübvansiyon kesintilerinin yarıdan fazlasını, devlet tarafından finanse edilen ürün alımlarında sağlanan 3.1 milyar dolarlık indirimden oluşmaktadır. Gübre sübvansiyonunda da 300 milyon dolarlık kesinti yapılmıştır.
*

Tarımsal üretimde yüzde 4 oranında azalma… Tarımsal karlılıkta düşüş ve çiftçinin uğradığı 1.45 milyar dolarlık net kayıp: 1999-2002 yılları arasında tarımsal çıktı yüzde 4 oranında azalırken tarımsal gelir yüzde 16 oranında (2.7 milyar dolar) düşmüştür. Tarımsal gelirdeki yüzde 16’lık düşüşün yaklaşık yüzde 80’lik bölümü, tarım sektöründeki karlılığın azalmasıyla açıklanabilir. Toplam olarak bakıldığında, Türk çiftçilerinin 1999-2002 yılları arasında uğradığı net gelir kaybı 1.45 milyar dolardır.
*

Tarımsal fiyatlardaki reel yüzde 13’lük düşüş: 1999-2002 yılları arasında tarımsal fiyatlar reel olarak yüzde 13 azalmıştır. Tarımsal olmayan malların fiyatlarıyla kıyaslandığında göreli düşüş yüzde 22’ye ulaşmaktadır. Tarım içinde ürün fiyatları, girdi fiyatlarıyla kıyaslandığında yüzde 23 düşmüştür. Hayvancılık sektöründe bu oran yüzde 33’tür.
*

En büyük zarar tütün, şeker pancarı, fındık ve hububatta: 1999-2002 yılları arasında Hükümet desteğindeki önemli azalma nedeniyle, tütün, şeker pancarı, fındık gibi ürünlerin fiyatlarında reel olarak yüzde 25-50 arasında düşüş olmuştur. Aynı dönemde Hükümet’in müdahale alımlarındaki azalma dolayısıyla hububat (buğday, arpa, yulaf) fiyatlarında da yüzde 5 ile 10 arasında bir düşme görülmüştür.
*

Gübre fiyatları ikiye katlandı: Gübre sübvansiyonlarının ilk aşamada yüzde 50 oranında azaltılıp, ardından Kasım 2001’de tamamen kaldırılmasıyla, gübre fiyatları iki katına çıkmıştır.
*

Tarımsal kredi faizlerinde büyük yükseliş: Tarımsal kredi fiyatlarında dramatik bir ters dönüş hareketi gözlenmektedir: 90’lı yıllarda reel tarımsal kredi oranı ortalama faiz hadlerinin yüzde 20 altındayken, 2001-2002 döneminde ortalama faiz hadlerinin yüzde 30 üzerine çıkmıştır.
*

Türkiye OECD ülkeleri arasında tarımını en az destekleyen ülke durumuna getirildi: Tarımsal sübvansiyonlar ve gümrük tarifeleri ile finanse edilen ve Üretici Sübvansiyon Eşdeğeri (Producer Subsidy Equivalent / PSE) ile ölçülen tarımsal üreticilere sağlanan dolaylı destek düzeyi, 1998-1999 yıllarında üretim maliyetinin yaklaşık yüzde 25’ini oluşturmuştu. Bu oran, Pazar Fiyat Desteğindeki yaklaşık 2.3 milyar dolarlık azalma nedeniyle, 2001 yılına gelindiğinde yüzde 10’a düşmüştür. Böylece, Türkiye, OECD ülkeleri arasında, üreticilerine en düşük seviyede destek veren ülkelerden biri haline gelmiştir.
*

Gübre ve ilaç kullanımında yüzde 30’luk düşüş: Söz konusu dönemde, gübre ve kimyasal ilaç kullanımı yüzde 25-30 oranında gerileyerek, 1990’ların ortalarındaki düzeye düşmüş bulunmaktadır. Bu durum hem tarımsal gelirdeki düşmeye hem de yüzde 50 sübvansiyonun kaldırılmasıyla gübre fiyatlarında görülen hızlı artışa bağlıdır.
*

Tarımsal kredi hacmi üçte bire düştü: Hazine’den ayrılan kredi kaynakları kesildiğinden tarım kesimine kredi sağlayan iki ana kurum olan Ziraat Bankası ve Tarımsal Kredi Kooperatifleri, verdikleri toplam kredi miktarını 1997’deki 7.3 milyar doların üçte biri oranına indirmiş bulunmaktadırlar.
*

Hayvancılıktaki üretim düşüşü yüzde 10: 1999-2001 yılları arasında, hayvancılık çıktılarındaki azalma yüzde 10 düzeyindedir. Hayvancılık çıktısındaki bu büyük düşüş, kısmen, düşük gelir düzeyi ve bundan dolayı hayvancılık ürünlerine talebin düşmesi (özellikle de en büyük düşmenin görüldüğü koyun eti ve yumurta açısından) ile açıklanabilir.
*

Ekili alanlarda 450 bin hektarlık azalma: Bu dönemde toplam ekili alan 450 bin hektar civarında (toplam ekilebilir alanların yüzde 1.7’si) oranında azalmıştır.Yumrulu bitkiler (esas olarak patates), endüstriyel bitkiler (esas olarak tütün ve şeker pancarı) ve yağlı tohumlardaki üretim hacimlerindeki düşüş yüzde 15 ile yüzde 30 arasındadır. Tütün ve şeker pancarı üretimi açısından bakıldığında düşüş oranları sırasıyla yüzde 40 ve yüzde 24’tür. Pamukta bu oran yüzde 25’tir.
*

“Reform”, tarımsal gelirdeki düşüşten yüzde 80 oranında sorumlu: Tarımsal gelirdeki düşüş, büyük ölçüde, tarımsal fiyatlar ve karlılığın yeniden düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. “Tarım reformu”, 1999-2002 yılları arasında tarımsal gelirdeki yüzde 16’lık düşüşten (2.7 milyar dolar) yüzde 80 oranında sorumludur. Tarımsal sübvansiyonların kaldırılmasıyla tetiklenen tarımsal fiyatlardaki zıt hareketler (gerçek tarımsal fiyatlardaki yüzde 13 azalmanın tarımsal çıktıların gerçek maliyetlerindeki yüzde 13’lük artışla birleşmesi), tarımsal katma değerde gözlenen yüzde 16’lık azalmanın ardındaki başlıca etkendir. Tarımsal katma değerde gözlenen yüzde 20’lik diğer düşüş ise tarımsal çıktıdaki yüzde 4’lük azalmadan kaynaklanmaktadır.
*

DGD, üreticinin genel gelir kaybının en fazla yüzde 50’sini karşılayabildi: Tarımsal Reform Uygulama Projesi (ARIP) kapsamında yapılan bir araştırmaya göre (Sayısal Hane Halkı Araştırması / Quantitative Household Survey), DGD ödemeleri tarımsal hane halkı gelirinin yüzde 7-8’ini karşılamaktadır. Reform dönemi süresince net tarımsal gelirin gayrisafi tarımsal gelire oranı değerlendirildiğinde, araştırma, DGD programının, çiftçilerin uğradığı gelir kaybının yüzde 40’ını telafi ettiğini göstermektedir… 2003’te DGD ödemeleri 1.56 milyar dolara ulaşmış ve böylece telafi oranı yüzde 50’ye yükselmiştir. Ancak ödemelerdeki gecikmeler nedeniyle itibari bir telafi söz konusudur.
*

Hububat ekilen alanlar azaldı: 2002 yılında yapılan araştırmanın verileri, 2001’e göre hububat ekilen alanlarda bir azalma görüldüğünü ortaya koymuştur. Yine araştırma verilerine göre en fazla gelir kaybına uğrayan kesim, buğday, arpa ve tütün üreticileri olmuştur.

3. DTÖ kararlarının Türk tarımına ne gibi etkileri oldu?

Bilindiği gibi, 2001 yılında Doha’da düzenlenen DTÖ Bakanlar Toplantısında alınan kararlar doğrultusunda 30 Temmuz 2004 tarihinde yeni Çerçeve Anlaşması DTÖ Genel Konseyi toplantısında kabul edilmiştir.

“Çerçeve” dünyadaki ülkeleri üç gruba ayırmaktadır:

A) Gelişmiş Ülkeler,

B) Gelişmekte Olan Ülkeler

C) Az Gelişmiş Ülkeler

Az Gelişmiş Ülkeler, anlaşmadan muaf tutulmuştur.

Gelişmiş Ülkelere ilişkin nihai anlaşma ABD ile AB arasında büyük bir çekişme sonucu belirlenecektir. Bu çekişmede ABD’nin politikası, “dünya piyasasında egemen olan güç en büyük avantajı sağlar ve kuralları belirler” şeklinde özetlenebilecek bir tutumu yansıtmaktadır. Nitekim 1999 yılı sonunda Seattle’da yapılan ve tarım konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle karar alamadan dağılan DTÖ toplantısında, o zamanki ABD Başkanı Clinton, yapmış olduğu konuşmada şunları söylemişti: “Amerikalı çiftçiler serbest piyasadan büyük yarar sağlamaktadır. Dünya nüfusunun yüzde 96’sına ürünlerimizi satmaya devam edemezsek, bugünkü gelir düzeyini tutturamayız.”

Bu anlaşmadan en fazla zarar görecek kesim ise Türkiye’nin içinde yer aldığı “Gelişmekte Olan Ülkeler” grubudur.

Çünkü:

Bu ülkeler, gelişmiş ülkelerin tersine, gelişmelerini tamamlamadıkları için “kalkınma” sorunu olan ülkelerdir; bunun için özellikle en zayıf kesim olan tarım kesiminde korumacı politikalara ihtiyaç duymaktadırlar. Bu korumacı önlemlerin başında yeni anlaşmada “kırmızı kutu” olarak belirlenen kutuya konmuş olan ve en kısa zamanda kaldırılması öngörülen “fiyat destekleri”, “girdi destekleri”, “gümrük vergileri” ve “ihracat teşvikleri” gelmektedir.

Bu ülkeler yeterince üretemedikleri tarım ürünlerini dünya piyasasından temin etmektedirler. Şu anda dünya piyasalarında bir çok ürün sübvanse edildiği için üretim fiyatının bile altında fiyatlara satılmaktadır. Sübvansiyonların (en başta ihracat teşviklerinin) kaldırılması ile bu ülkeler üreticilerini başka yöntemlerle korusalar da satılan ürünlerin fiyat düzeylerinde genel bir yükselme olacaktır. Bu yükselmeden en fazla zarar görecek olan ülkeler “gelişmekte olan ülkeler” grubu olacaktır.

Türkiye açısından duruma bakıldığında şu tespitleri yapabiliriz:

a) Türkiye özellikle son on yıldır IMF programları uyarınca “fiyat teşvikleri”, “ihracat teşvikleri”, “girdi teşvikleri” gibi, üreticinin korunması açısından son derece önemli olan ve bu nedenle “kırmızı kutu”ya giren önlemlerden zaten vazgeçmiş bulunmaktadır. Örneğin ABD, üreticisine yılda 120 milyar dolar destek verirken Türkiye’de bu rakam 2 milyar dolar civarındadır. Bu nedenle, bu açıdan fazla kaybedecek bir şeyi kalmamıştır. Dolayısıyla elinde pazarlık yapacak kozu da yoktur.

b) Bunun tek istisnası “prim” adı altında beş ürüne ödenen ve son yıllarda oranı düşen ödemelerdir; ancak burada da rakiplerimiz pazarlık sürecinde bizden çok daha güçlüdür (Örneğin pamukta komşumuz AB üyesi Yunanistan 59 cent/libre prim desteği verirken, Türkiye 3 cent/libre prim vermektedir). Anlaşmanın yürürlüğe girmesi durumunda özellikle “alternatif ürün” vb kategorisine kaydırılamayacak olan pamuk ve ayçiçeğine ödenen prim miktarı ile önümüzdeki dönemde mısıra uygulanması düşünülen prim oranı (bu desteğin yüzde 10’un altında belirlenmesi durumunda) azalabilir. Bu durumda Türkiye’nin ikili müzakerelerde başta bu ürünler olmak üzere desteklenecek tüm kritik ürünlerde kendi gerçeklerini karşı tarafa anlatmaya ve çıkarlarını savunmaya yönelik sağlam bir tutum izlemesi gerekmektedir.

c) Buğday açısından soruna yaklaşıldığında son derece olumsuz bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Buğday üreticisi, şu anda tüm fiyat ve girdi desteklerinden yoksun bırakılmıştır. DGD ise “sosyal bir yardım” hüviyetinde olduğu için DTÖ’nün “yeşil kutu” içine koyduğu bir destek türüdür ve son kararlardan etkilenmeyecektir. Ancak, bu destek bilindiği gibi 2005 yılından itibaren geleceği belli olmayan bir destektir. Nitekim, bu yıl DGD ödemesi artırılmamıştır. Kısacası: Türkiye, en stratejik ürününde, IMF ve Dünya Bankası’nın talimatlarıyla uygulamaya konulan politikalar sonucu tüm kozlarını yitirmiştir. Dolayısıyla DTÖ kararlarından buğday açısından etkilenmeyecek olması, zaten buğday üreticisinin artık kaybedecek bir şeyinin kalmaması nedeniyledir.

4. AB- Türkiye ilişkileri sürecinde Türkiye’den beklenenler nelerdir? Türkiye bu beklentilere nasıl yanıt vermektedir?

Türkiye’nin AB üyeliği macerası, daha önce hiçbir aday ülkenin yaşamadığı koşullarda başladı, devam ediyor. Bu koşulları şöyle sıralayabiliriz:

*

Daha önce hiçbir aday ülkeye üye olmadan önce Gümrük Birliği’ne girme koşulu dayatılmamıştı.
*

Daha önce hiçbir ülkeye komşularıyla yaşadığı güncel siyasi sorunlarda taviz vermekten, neredeyse bir asır önce cereyan ettiği öne sürülen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi bir varlık olarak muhatap olmasının mümkün olmadığı suçlamaları kabul etmeye kadar varan koşullar öne sürülmemişti.
*

Daha önce hiçbir ülke ile müzakereler “açık uçlu” olarak başlatılmamıştı.
*

Daha önce hiçbir ülke ile müzakereler başlarken, “serbest dolaşım ve tarım konularının kalıcı olarak kapsam dışı bırakılabileceği” söylenmemişti.
*

Daha önce hiçbir ülkeye “Kopenhag Kriterleri” dışında kriterler dayatılmamış ve 30 yıldır BM gündeminde olduğu halde bir çözüme ulaştırılamamış olan bir sorun, ihtilafın taraflarından biri uluslararası anlaşmalar hiçe sayılarak AB’ye tam üye yapıldıktan sonra ihtilafın diğer yanındaki aday ülkeye dayatma amacıyla kullanılmamıştı.
*

Daha önce hiçbir ülke, üyeliğinin onaylanmasının yapılacak referandumlarda “evet” şartına bağlanmasına tanık olmamıştı.
*

Ve en önemlisi, daha önce hiçbir ülke ile müzakereler “hazmetme kapasitesi” gibi objektif olarak tanımlanması mümkün olmayan “keyfi” bir koşula bağlanmamıştı.

Şurası bir gerçektir ki, siyasi sorunların ötesinde, Türkiye ile AB arasında gerilim yaratan sosyo-ekonomik konuların başında tarım sorunu gelmektedir. Nitekim, gelecekte en fazla önümüze çıkartılacak olan “hazmetme kapasitesi” ile kast edilen, en başta Türkiye ile Birlik ülkeleri arasındaki tarımsal yapı ve nüfus farklılığıdır. Nitekim, Alman Die Welt gazetesi’ne yayınlanan bir yorumda, şöyle denmektedir:

“Müzakere Çerçeve Belgesi’ne konulduğu gibi AB’nin hazmetme kapasitesi çok önemlidir. Türkiye’nin çok büyük köylü kitlesi, çok büyük ve fakir nüfusu nedeniyle bu çok zor olacaktır. Türklerin üçte biri çok geri kalmış tarım ile uğraşıyor. 72 milyon nüfusun yıllık ortalama kazancı 6 bin 500 Avro. Bu, AB ortalamasının üçte biri bile değil.”

AB’nin Türkiye’yi “hazmetme kapasitesi” ile ilgili bir saptama da, 17 Aralık 2004 öncesinde hazırlanan “Etki Raporu”nda şöyle yapılmıştır:

“ Türkiye’nin üyeliği ile Birliğin nüfusu yüzde 15, toprağı yüzde 18 genişleyecek, buna karşılık GSMH yüzde 2 artacaktır. Başka bir deyişle, AB’de kişi başına düşen milli gelir yüzde 9 azalacaktır… Türkiye’nin üyeliği ile, AB’nin tarım arazileri yüzde 23 artacak, buna karşılık verimlilik oranı düşecektir. Ayrıca Türkiye’nin tarımsal nüfusu, AB’nin özümleyebileceği oranın üzerine çıkacaktır.”

Bu noktada, 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nde yer alan diğer hükümlere de kısaca bir göz atmak gerekmektedir:

Belgede, 1 No’lu kural, şu koşulu getirmektedir:

“ Müzakerelerin ilerleme hızı, Türkiye’nin üyelik için gereksinimleri karşılamasındaki ilerlemeye bağlı olacaktır… Birlik tarafı, zamanı geldiğinde, kendi bölümü adına, müzakerelerin sonuçlanması için gerekli şartların karşılanıp karşılanmadığı hususunda karar verecektir. Bu 6. bentte listelenen gerekliliklerin Türkiye tarafından yerine getirildiğini teyit eden komisyon raporu temelinde yapılacaktır.”

Bu noktada, 6. bende bakıldığında, söz konusu gerekliliklerden birinin “Birlik içindeki rekabetçi baskı ve Pazar güçleriyle baş edebilecek kapasitenin varlığı” olduğu görülür.

Bu durumda, olması gereken, daha önce üye olmuş ülkelerde yapıldığı gibi, bu çelişkinin geri ülke tarımına kaynak, bilgi ve teknoloji aktarılarak giderilmesidir. Aksi takdirde, Müzakere Çerçeve Belgesinde, tam üyeliğin koşulu olarak belirtilen “Birlik içerisindeki rekabetçi baskı ve Pazar güçleriyle baş edebilecek kapasitenin varlığı” söz konusu olamaz; dolayısıyla üyelik de söz konusu olamaz…

Tarım müzakerelerinin en önemli noktası, uyum çalışmaları için harcanacak kaynakların kimden karşılanacağı sorunudur. AB, bu rakamı yıllık 11.3 milyar Euro olarak belirlemiş durumdadır; ancak 2013 yılına kadar bütçenin bağlanmış olması dolayısıyla, rutin ödemeler ve bazı proje maliyetlerini karşılama dışında herhangi bir kaynak aktarmayacağını belirtmektedir.

Üstelik, AB’nin desteklediği IMF ve Dünya Bankası politikaları, tarıma iç kaynak aktarılmasını da engellemektedir. O zaman geri özelliği nedeniyle “hazmetme”nin önündeki en büyük engel olduğu açıkça belirtilen tarım sektörü nasıl dönüştürülecek ve “hazmedilir” hale gelecektir?

Şu an için bu soruların cevabı yoktur.

Müzakere Belgesi’nin 10. koşulunda şu ifade yer almaktadır:

“Katılım, Birliğin sistemine ve kurumsal yapısına bağlı olan ve Birlik ‘müktesebatı’ olarak bilinen hak ve yükümlülüklerin kabulü anlamına gelir. Türkiye bunları katılım gerçekleştiği andaki şekli ile uygulayacaktır…” Müktesebat sürekli değişim halinde olup, yasalar, kararlar, deklarasyonlar, tavsiyeler, kılavuzlar gibi unsurları içermektedir.

Tarım Dosyası çerçevesinde uyumlulaştırılacak mevzuat toplam 120 bin sayfayı bulan AB mevzuatının yarısıdır (60 bin sayfa). Bu çerçevede 17 kanun çıkarılacak, 217 yönetmelik, tebliğ ve talimat yayınlanacaktır. Halen 7 kanun ve 34 yönetmelik çıkarılmıştır. 10 kanun ve 58 yönetmeliğin yazım çalışması sürmektedir. 119 yönetmelikle ilgili çalışmalar da başlatılmıştır.

AB’nin tüm mevzuatının yarısını tarım mevzuatının oluşturduğu düşünülürse, Tarım Dosyasının en hızlı bir biçimde işletilmesi durumunda bile en az 10 yıl gerekmektedir. AB’nin Tarım başlığını diğer yedi başlıkla birlikte askıya alması sonucu, hem bu çalışmalar, hem de Türkiye’nin AB üyelik süreci fiilen askıya alınmıştır. Türkiye’nin bu durumda AB’nin beklentilerine yanıt vermeye uğraşmak yerine, kendi ulusal ekonomisinin, çiftçisinin ve halkının refahını temel alan politikalar üretmesi ve uygulaması bir zorunluluk halini almıştır.

5. Gelişmiş bazı ülkelerde köylülüğün giderek azaldığını, büyük tarım işletmelerinin ağırlık kazandığını görüyoruz. Türkiye’de bu süreç nasıl işliyor?

Ekonominin doğal gelişme seyri içinde tarımsal verimliliğin artması, buna bağlı olarak tarımda insan emeğinin yerini giderek makinelerin alması, işletme sermayelerinin büyümesi bir gerekliliktir. Gelişmiş dediğimiz ülkeler bu süreçte Türkiye’den daha ileri oldukları için, doğal olarak tarımsal nüfusları daha azdır ve işletme büyüklükleri ve verimlilik daha yüksektir.

Türkiye ile son genişlemeden önceki 15 üyeli AB arasındaki rakamlara bir göz atılırsa, bu durum açıkça görülür.

TÜRKİYE VE AB'DEKİ BAZI GÖSTERGELERİN KARŞILAŞTIRILMASI (2004)




TÜRKİYE


AB-15

TOPLAM TARIM ALANI (1000 Ha.)


27.000


134.261

TOPLAM İŞLETME SAYISI (1000 Adet)


4.106


7.370

ORTALAMA İŞLETME BÜYÜKLÜĞÜ (Ha.)


5,9


17,4

TOPLAM NÜFUS (Milyon)


68


377

TARIM NÜFUSU (Milyon)


20


15,6

TARIMDA İSTİHDAM(Milyon)


9,4


7,4

TOPLAM İSTİHDAMDA TARIMIN PAYI (%)


39


5

Türkiye, bu farklılığı gidermeye çalışırken, AB-15’teki tablonun bir gelişme ve büyüme sonucu ortaya çıktığını, bu gelişme süreci içinde kooperatiflerin küçük işletmelerin birleşmesinde önemli bir rol oynadığını, tarımdaki fazla nüfusu bir süreç içinde sanayi ve hizmetler alanına kaydırıldığını görmek durumundadır. Aksi takdirde, yukarıda özetlediğimiz politikalar sonucu tarım kesimini yıkıma uğratarak işletme sayısının azaltılması, tarımsal nüfusun azaltılması mümkündür, ama bu bir gelişme değil gerileme anlamına gelir. Nitekim, Türkiye, bu tablonun yayınlanmasının ardından geçen iki sene içinde toplam istihdamda tarımın payını yüzde 28’e, işletme sayısını 3 milyonun altına düşürmüştür. Ancak, bu durum kırsal alanda yoksullaşmaya bağlı olarak üretimin terk edilmesi ve işsiz nüfusun kentlere göç etmesiyle olmuştur. Bu nüfus, şehirlerde istihdam edilemediği için sosyal bozulma, suç oranında büyük artışlar görülmüştür.

Çare ise, en başta özetlediğimiz “yapısal” sorunların çözülmesine yönelik politikalar üretilmesi ve bunların uygulanmasından geçmektedir.