Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

CAN GENÇLER'DEN BİR ANI-ÖYKÜ: KARADENİZ YOLLARINDA

Yazar Can Gençler
06 04 2007

Başlamadan önce size şunu söyleyeyim: Aslında ben anlatacaklarımı yazı ile değil söz ile ifade etmek isterim hep. Oldum olası yazıdan hoşlanmam. Kafamdan geçenleri bir çırpıda anlatıp karşımdakilere bir an önce aktarmak zaman ve güç tasarrufu gibi gelir bana. Yazı yazarken göz kapaklarım ağırlaşır, üstüme bir miskinlik çöker, elim kolum düşer. Uykum gelir. İnanır mısınız, ders çalışırken, ödev hazırlarken, kitabın, defterin üzerine kıvrılıp uyuduğum çok olmuştur. Ama yazı olmadan da ne ödev oluyor, ne öykü, ne de anı. İşte gene yazmak zorundayım… Türkçe dönem ödevi...

Ne güzeldir seyahat etmek! Bitmesini hiç istemediğim yollardan bir an önce gideceğimiz yere ulaşmak istemek. Ne heyecanlı ne aykırı bir durum değil mi? Güzel yurdumuzun kocaman kocaman dağlarından, zümrüt yeşili ormanlarından, uçsuz bucaksız ovalarından, toz toprak bozkırından geçip gitmenin tadına doyulabilir mi? Yolumuzun üzerindeki köylerin insanlarının meraklı bakışları arasından geçip gitmek hep etkilemiştir beni. Bazen durup bir şeyler almak, yabancı diyarların insanlarıyla konuşmak, tanışmak ne ilginçtir. Hele bu seyahati insan sevdikleriyle birlikte gerçekleştiriyorsa…

1. sınıfa başlayacağım yılın yazıydı. Bebeklikten çıkıp delikanlılığa başlayacak, asıl okula geçecek, biraz daha büyümenin ciddiyetini, sorumluluğunu sırtlanacaktım artık. Her geçen gün yaklaşan Eylül ayının heyecanı, korkusu, çekingenliği vardı üzerimde. Tabi merakı da. İşte o ara dönemin yazında çıktık Karadeniz yollarına.

2 yaşındaki kardeşim Cem, babam, annem, anneannem, annemin arkadaşı Sündüz teyze hep birlikte, iki arabaya dolduk, ver elini Çakraz. İstanbul otobanından Karabük’e doğru dönüp Zonguldak’a varmadan, Saframbolu üzerinden Çakraz’a ineceğiz. Babamın kullandığı vosvogen marka, eski tosbik bir arabamız vardı. Hepimiz o arabayı çok seviyorduk. Annem de daha yeni bir araba kullanıyordu. Tabii ki biz iki kardeş babamın arabasını tercih ettik. Annem ve diğer kadınlar da öteki arabadalar. Hani ne derler; haremlik selamlık mı ne, işte öyle yollara düştük. Ben babamın fotoğraf makinesine çok meraklıydım. Makine hep benim boynumda asılı kalsın istiyordum. Hemen arka koltuktan alıp boynuma astım.

Bir müddet sonra ormanlık ve dağlık bir yerdeki kır lokantasında yemek molası verdik. Manzaranın çok güzel olduğunu bahane ederek ben de resim çekme merakımı gidermeye çalışıyordum. Yemeklerimizi bitirip yeniden yola çıktık. Bizim taka hızlı gitmediği için önden gidiyorduk, annemler de arkadan bizi takip ediyorlardı. Otobandan hiç hoşlanmamıştık. Yanımızdan hızla geçen arabalar bizi hem korkutuyor hem de canımızı sıkıyordu. Neyse ki en nihayet otobandan ayrılıp Karabük istikametine döndük. Böylece artık hız tehdidinden kurtulmuştuk. Burada diğer arabalarla eşit şartlarda seyahat edebilmenin rahatlığı ve güveni bizi mutlu etti.

Bir müddet sonra hem doğanın güzelliğini hem de insanların varlığını farketmeye başladık. Derelerin üzerindeki köprülerden geçiyor, çobanların güttüğü koyun ve keçi sürülerinin bize yol vermesi için sıksık duruyorduk. Yol kenarında kurdukları tezgahlarda insanlar bahçelerinde yetiştirdikleri meyveleri bize satmaya çalışıyorlardı. Kavun karpuz almak için durduğumuz çeşme başında sohbet ettiğimiz Emine’yi hâlâ unutamam. Sanki yıllardır arkadaşmışız gibi arkamızdan uzun süre el sallaması beni çok duygulandırmıştı. Bu arada babamın aklına bir muzurluk gelmiş, bizimle paylaştı. Yol virajlıydı. Eğer annemlerin arabası ile mesafeyi, onlara çaktırmadan biraz açar ve önümüzdeki virajı döner dönmez de uygun bir park yerine ya da bir ağacın veya çalının öbür tarafına gizlice girip park edebilirsek, onlar bizi görmeden geçip giderler. Onlar bizi önde zannederken biz arkalarından gelip korna çalarak onlara sürpriz yapabiliriz. İşte böyle bir plan yaptık. Hemen de uygulamaya koyduk. İlk üç seferde bizi yakalayamadılar. Her defasında başka bir yoldan dolaşıp arkalarına geçtiğimizi zannettiler. Biz öyle eğleniyorduk ki benzinimizin bittiğinin farkına bile varmamışız. Öteki araba ile gidip benzin getirdik.

Yolun bundan sonraki Saframbolu’ya kadar olan bölümünde Cem ile birlikte uyumuşuz. Saframbolu’da uyandık. Annemler Saframbolu evlerini ziyarete gitmişler. Biz de Sündüz teyzeyle çarşı içinde dolaşmaya çıkmışız. Sündüz teyze gümüş meraklısı biz ise oyuncak. Henüz hızlı yürüyemediği için Cem’i Sündüz teyzeye bırakıp ‘hemen geleceğim’ diye oyuncakçıların yolunu tutuyorum. Ancak çarşı o kadar kalabalık ve dükkanlar o kadar birbirine benziyor ki, oyuncakçıdan sonra ne gümüşçüleri ne de arabayı park ettiğimiz alanı bulabiliyorum. Ağlayarak ortalıkta dolaşmaya başlıyorum. Çok korkmuşum. Ya beni burada unutup giderlerse, ya bir daha beni bulamazlarsa diye her önüme gelene yeşil vosvogeni tarif etmeye çalışıyor, beni babama götürmesi için yalvarıyorum. Kan ter içinde kalmışım. Artık sesim soluğum da kesilmiş, başım ağırlaşmış, bacaklarım yürümez olmuş, kollarım kalkmaz, gözlerim açılmaz…. Annemin sesiyle uyandım…

- Can oğlum kalk, uyan, okuldan geleli 5 saat oldu hâlâ ödevini bitiremedin. Akşam da dayınlar gelecek. Oğlum sabaha bırakma. Sabah namazı seni kimse kaldıramaz ödevini tamamlaman için. Hadi yavrum şu anıyı tamamla da hepimiz rahat bir nefes alalım…

Dedim ya; yazı yazmak uykumu getiriyor. Benim bir suçum yok. Saframbolu’yu yazarken gerçekten uyumuşum... Saframbolu’da kayboluşumu yazamamışım ama aynen rüyasını görmüşüm. Yetmez mi? Böylece anıyı tamamlayamamamın anısını sizinle paylaşmış oldum. Hem daha küçüğüm; anı da öykü de benden bu kadar. Yalnız yazmayı unuttuğum bir şey daha var. Saframbolu evlerinin fotoğraflarını çekmek istedik. Babam arabadan makineyi getirmemi söyledi. Ben arabaya doğru giderken, fotoğraf makinasını ormanın kenarındaki Demirbank yazan bankın üstünde unuttuğumu hatırladım. Hani kır lokantasında fotoğraf çekmeye kalkmıştım ya... Babam, babasından kalan makine için endişelendi. Beni de uyardı. Hemen ödeme fişinden kır lokantasının telefonunu bulduk ve telefon ettik. Neyse ki garsonlar bulmuş ve kayıp dolabına bırakmışlar. Ankara’ya dönerken uğrayıp aldık...