Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

ÜÇ KADIN BİR TARİH DERLEMESİ

Yazar Derleyen: Nezih Gençler
07 03 2007

SUNUŞ

2007’nin 8 Mart’ına Doğru Üç Sosyalist Kadını Yeniden Okumak

Geçtiğimiz yıl İzmir’den Suna arkadaşım; Rusya’da, devrim öncesi kadın hareketleri ve sosyalist kadın liderler ile ilgili bir araştırma yapmak istediğini söylemişti. Elimizde ne var, ne yok, nereden ne buluruz derken, 2006 başında Sadık (Göksu) abimizle başladığımız bir başka araştırma aklımıza geldi. Bizim altı sene önce Kuvayi Milliye dergimizde, Sadık Göksu’nun konu ile ilgili yazılarını yayınlayarak araştırma konusu yaptığımız, hakkında karanlık kalmış birkaç konuyu gündeme getirip kendisini tanıtmaya çalıştığımız Fatma Nudiye Yalçı, geçen yıl, Mehmet (Aslan) arkadaşımız tarafından yeniden gündeme getirilmişti. Mehmet arkadaşın öncülüğünde hazırlanan, Fatma Nudiye Yalçı’nın hayat hikayesinin eksiklerini tamamlamaya çalışıyoruz. 23 Temmuz 2006 tarihinde Ahmet Kale ve Mehmet Aslan arkadaşlarımızın öncülüğünde Fatma Nudiye Yalçı’yı anma toplantısı düzenlendi. Bilebildiğimiz kadarıyla Fatma Nudiye’nin, kuruluşunda kendisinin de bulunduğu “Marksizm Bibliyoteği” tarafından 1935 yılında basılan “Sosyete ve Teknik” adlı bir kitabı, gene kuruluşunda kendisinin de bulunduğu “Emekçi Kütüphanesi” tarafından 1 Ağustos 1936’da basılan, Fr. Engels’in “Marksizmin Prensipleri” çevirisi, aynı kütüphane tarafından 1937’de basılan, Karl Marks’ın “Enternasyonal İşçiler Cemiyetini Açış Hitabesi” çevirisi, “Emekçi Yavrusunun Hikayeleri” “Gölgenin Çocuğu ile Güneşin Çocuğu” gibi çocuk masalları kitapları var. Öncelikli amacımız; yaşamını ayrıntılarıyla belgeselleştirmek; tüm insanlarımızın, bu arada senaristlerin, oyun yazarlarının ve romancıların da yararlanabileceği hale getirmek.

Fatma Nudiye Yalçı’nın yaşam hikayesini araştırırken Alexandra Kollontai adına ulaşmıştım ama hakkında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Cahilliğimi bağışlayın. İşte tam o günlerde Suna arkadaşımızın araştırma önerisi fitili ateşledi. Onur arkadaşımız Alexandra Kollantai’nin, Bilgi Yayınevi tarafından 1974 yılında basılmış olan “Marksizm ve Cinsel Devrim” adlı kitabını buldu. Daha sonra da Deniz Kitabevi Ayhan arkadaşımızın katkıları ile türkçeye çevrilmiş diğer kitaplarına ulaştık: “Kızıl Aşk”, “Rusya’da İşçi Muhalefeti”, “İşçi Arıların Aşkı”, “Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu”, “Kollontay Özgür Bir Kadın Komünistin Otobiyografisi”... Sovyetler Birliği’nin ilk kadın bakanı ve ilk Büyük Elçi’si Alexandra Kollontai. Bugün “Marksizm ve Cinsel Devrim” adlı kitabını bitirdim. Suna arkadaşımızın önerdiği araştırma konusu, bu kitap okunmadan aydınlanmaz. Hakettiği ilgiyi gördüğünü, yeterince anlaşıldığını sanmadığım Alexandra Kollontai beni çok etkiledi.

Sovyetler Birliği’nin dağılışının en önemli nedenlerinden birinin, Alexandra’nın (kendisine artık ön adıyla hitabetmek istiyorum) üzerinde durmaya çalıştığı bu sorun olduğunu görüyorum. Yani, dağılışın nedeni sadece bürokrasi değil, sadece köylülük değil, aynı zamanda ve aynı nedenlerle toplumu felç eden, insanlığın yarısını ve onun en aktif ve bilinçli temsilcilerini mücadele dışına iten cinsiyet ayırımı ve “kadın sosyal sınıfımız”ın kökü tarihten gelen ağır sorunlarının anlaşıl(a)mayışı ve bilince çıkarıl(a)mayışıdır.

Bir başka deyişle; Parti-Devlet-İşçi Sınıfı/Halk üçgeninde; parti; muhalefetteyken de iktidara geldikten sonra da, halkla bütünleş(e)mez, devletle bütünleşir, bir zaman sonra varlığına ihtiyaç duyulmayacağı için sönüp gidecek olan ve o zamana kadar halkın emrinde etkin bir araç olarak kullanılması kaçınılmaz olan devleti ebedileştirmeye, mutlak egemen kılmaya kalkarsa işçi sınıfından ve halktan kopar, üretici güçlerin nabzını tutmaktan uzaklaşır ve çöküş kaçınılmazlaşır. Örgütlü parti halkın içinde, örgütlü halk partinin içinde ilkesiyle, devletle değil halkla örgütlenmiş ve insanlığın çıkarlarına aykırı işleyen her türlü bürokrasi ve idareyi halkla birlikte değiştirmeye kararlı ve işçi sınıfı öncülüğünde örgütlenmiş (ordulaşmış) halkın söz ve karar hakkını, inisiyatif ve güdümünü her alanda sonsuz geliştirme yönünde samimi bir düşünce ve davranış bütünlüğüne sahip parti; insanlığın geri dönüşsüz nihai kurtuluş yolunu açacaktır.

Toplumun gelişim sürecinin temeli olan Tarih, Coğrafya, Teknik ve İnsan Kollektif Aksiyonu adlarıyla özetlenebilecek Üretici Güçler, Bilimsel Sosyalizm’in önemli buluşlarından biridir. Üretici Güçler’in içinden herhangi birini, örneğin insan kollektif aksiyonunu zaafa uğratacak, onun gelişim sürecini zorlaştıracak, önünü tıkayacak etkenler, eğilimler ya da görmezden gelişler ve ihmaller; telafisi imkansız geri gidişler ve karşı devrimlerle sonuçlanabilir. İnsan Kollektif aksiyonu derken, kadınıyla, erkeğiyle, genciyle ve çocuğuyla insanlığın toplumsal, ekonomik ve sosyal davranış, hareket ediş eylemliliği sözkonusudur. Burada insan bütünlüğünün daha başlangıçta yarısını gözden çıkaran ya da onu yeterince değerlendiremeyen bir kollektif aksiyondan bahsedilebilir mi? O kollektif aksiyon üretici gücü, şu veya bu şekilde toplumu etkileyerek kendisini gösterecektir. İnsanlık, bunun sonuçlarını er ya da geç, yaşayarak görecektir. Hep beraber yaşayarak görmedik mi? Görmüyor muyuz? Bu bağlamda Alexandra ile birlikte Rosa Lüksemburg ve Clara Zetkin’i yeniden incelememiz, “erkek” düşünce-davranış eğilim ve alışkanlıklarımızı ve “kadın sosyal sınıfımız”ı bilince çıkartmamız gerek.

Kendisine de söylediğim gibi bu emek, Suna arkadaşımızın bize 8 Mart armağanıdır.

Şimdi bir başka sosyalist kadından bahsetmek istiyorum; Ellen Meiksins Wood. İlk olarak, Onur Can (Taştan) ve Serkan (Marcan) arkadaşlarımızın önerisi ile, 1985 yılında yazmış olduğu, 1992 basımı “Sınıftan Kaçış” adlı kitabını okudum. Uzman olarak görev aldığım market örgütlenmeleri sırasında okuma fırsatı bulduğum bu kitap, yaşadığımız çeşitli olumsuzluklara, işçilerin örgütlenme azmini ve dinamizmini kırmaya yönelik çeşitli küçük-burjuva aydın eğilim ve yansımalarına karşı birlikte çalıştığımız arkadaşlarıma ve bana güç, yaşama ve savaşma azmi verdi, yazdığım raporlara kaynak oldu. Daha sonra diğer kitapları da türkçeye çevrildikçe okuyoruz ve görüyoruz ki ilerlemiş olması gereken yaşına rağmen bilimsel sosyalizmin ışığını, mücadele azmini ve dinamizmini daha uzun yıllar taşımaya ve paylaşmaya kararlı sevgili Ellen. Ona da ilk ismiyle hitabetmek istiyorum. “Kapitalizm, Demokrasiye Karşı”, “Kapitalizmin Kökeni”, “Sermaye İmparatorluğu” benim bildiğim türkçeye çevrilmiş diğer kitapları. Bu duygu ve düşüncelerle yeniden gözden geçirdiğim bu derleme, umarım 2007 8 Mart’ında, ‘yol’un aydınlanmasına katkıda bulunur.

NOT: Bu özet derlemeyi hazırlarken; L. H. Morgan, F. Engels, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, K. Marx, Fatma Nudiye Yalçı, George Thomson, C. W. Ceram, Joseph Campbell, Edith Hamilton, Wilhelm Reich, Evelyn Reed’den yararlandım.

BİR YOKMUŞ! DEVLET DE YOKMUŞ! KADIN VARMIŞ, İNSAN VARMIŞ!

Bir zamanlar, BABUİN denen bir maymun türü varmış. Bu türün yırtıcı ve saldırgan olan erkekleri, dişilerin ve yavruların üzerinde genoside dayalı, ‘çok karılı’, mutlak bir egemenliğe sahipmiş. O zaman besin maddeleri çok kısıtlı ve zor temin edilebiliyormuş. Türünün bebek, genç yavru, güçsüz erkek ve dişilerini parçalayıp yemek ve ayırdetmeksizin onlara tecavüz etmek; doymakbilmez bir etobur olan Babuin erkeğinin günlük davranışlarındanmış. Her güçlü Babuin erkeği, egemenliği altında ezip kanını emdiği küçük bir Babuin sürüsünü güdermiş.

Bütün canlılar; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüne, yaşam enerjisine sahiptirler.

Babuin erkeğinin bencil hayvansal içgüdüyle mutlak egemen bir zorba olarak sivrilmesi, sürüde; yaşama ve türünü devam ettirme içgüdüsüyle kollektif reaksiyonu geliştirmiş. Önce; sürüdeki tüm erkek ve dişileri uzunca bir süre karnında taşıdıktan sonra doğuran, emzirip büyüten analar karşı durmuş Babuin’e. Yenilmişler. Böyle yüzlerce ve binlerce denemelerle uzun yıllar, yüzyıllar, bin yıllar geçmiş. Nihayet birgün; sürünün genç erkek ve genç kızlarını da arkasına alan analar, zorba erkeği sürüden kovup yoketmeyi başarabilmişler. İlkel taş aletleri, (belki de ilk defa) kan emici Babuin’in kalın kafasını kırmakta kullanarak ANACIL bir “düzen” kurmuşlar; yaşayabilme ve türlerini sürdürebilme içgüdüleriyle. Ellerinin, alet kullanarak yaptığı ilk iş; belki de bu olmuştur. Kim bilir? Geri dönüşü önlemek için de, deneme-yanılma ile buldukları bir dizi kural ve yasaklamaları kesin ve acımasız yaptırımlara bağlamışlar. İlkin, yaşlılarla gençlerin cinsel birleşmelerini yasaklamışlar. Daha sonra, başka nedenlerin de etkisiyle, kardeşler arası evlilikten vazgeçmişler. Doğum yapan kadınların yanına erkeklerin sokulmaması ve lohusalık dönemi, doğum yapan kadının ve bebeğin çevresinde sürekli ateş (savunma silahı) yakılması, avdan dönen erkeklerin bir müddet karantinaya alınıp sadece bitkiyle beslenmeleri, av vahşetinden kurtarıldıktan sonra topluma karışabilmeleri vb. yüzlerce yazısız kural; hayvanlığa dönüşü imkansızlaştırmak için gelenekleşmiş...

GİRİŞ

Politikanın, toplumsal olay ve ilişkilerin, kültür, sanat, edebiyat ve estetiğin ne olup ne olmadığını, tarihi gelişim ve değişimlerini ele alıp araştıran birçok yazı ve söyleşi benim için eğitici ve öğretici olmuştur. Ancak, bu yazı ve söyleşilerde; tarihsel - toplumsal olay, ilişki ve süreçlerin birbirlerine karıştırıldığına, eksik ya da yanlış ele alınıp sebep-sonuç ilişkilerinin tersine çevrildiğine, genel bir kavram kargaşalığı içinde yüzüldüğüne de şahit olmuşumdur.

Politikanın, kültürün, sanatın, edebiyatın ve estetiğin tarihi gelişimi, toplum biçimlerinin tarihi gelişimiyle içiçe. Bugünkü tüm ekonomik, sosyal ve politik sorunlarımızın da kökleri tarihimizin derinliklerine uzanmakta. Örneğin bugün “kadın sorunu” denilen ve cins ayırımcılığı şeklinde, aile sorunlarımız şeklinde açığa çıkan sorunlar yumağının da kökleri tarihe uzanır. Bu nedenle; eleştirilmesi, geliştirilmesi umuduyla bir tarih derlemesi yapmaya çalıştım.

“Politika-politikacı”, “politik ahlak”, “demokrat-aydın”, “sanat-sanatçı”, “sanatçı kimliği”, “sanatçı sorumluluğu”, “çağdaş kültür”, “kültür değerlerimiz”, “barış”, “özgürlük”, “eşitlik”, “ezen”, “ezilen”, “barış ve özgürlükten yana olmak”, “dinci”, “dinsiz”, “bireyin ve toplumun kimlik arayışı”, “ulusal kimlik”, “vatanseverlik”, “halkçılık”, “laiklik”, “kadın hakları”, “çocuk hakları”, “insan hakları” hatta “devrim” ve “devrimcilik” gibi kavramlar, çoğu kez sınıfsal-toplumsal gerçeklikten ve tarihi süreçten kopuk, içeriği boşaltılmış, soyut ve genel anlamda kullanılıyor. Oysa, gerçeklik somuttur. Tüm bu ve benzeri kavramlar; en son duruşmada, ait oldukları sınıflar tarafından varedilen ve onlara bağlı, onlar için var olan somut gerçekliklerdir. Bunun dışında soyut bir “gerçeklik” yoktur. Çeşitli eylemlerde ve yayın organlarında ibretle yaşıyoruz, izliyoruz. Toplumsal sorunlarımız ve çelişkilerimiz kör dövüşüne döndürülmek isteniyor. Bolca “alevilik-bektaşilik!” sömürüsü, biraz “post-süsyalist!” ajit-prop, çokca sınıflarüstü “Sivil Toplumculuk, 2. Cumhuriyet, İnsan Hakları! Feminizm! Türk/Kürt/Ermeni/Müslüman Kimliği! Dinci! Dinsiz! Vatan - Millet! Devrimci Mücadele!” lafları; sis perdesini kalınlaştırıyor, kurtların kuzu postuna bürünmesini kolaylaştırıyor.

Kiminle ve niçin olduğu belirsiz bir “Barış!” için ya da “Haydi Sokağa! Eyleme! Özgürleşmeye!” diye Mustafa Kemal resmi yırtmak, TC bayrağı yakmak, cam-çerçeve kırmak, 1 Mayıslar’ı basmak kime hizmet? Ne tür bir “devrimcilik” ve “sosyalizm” bu böyle?

Ekonomik - politik - sosyal olay ve ilişkileri sebep - sonuç bağlarıyla kavramak, emperyalizmin “Böl! Parçala! Yönet!” politikalarını ve kimlerin taşıdığı “sular”ın hangi “değirmen”e aktığını görmek, olaylara olay katmadan, ilişkileri abartıp küçültmeden, oldukları gibi değerlendirip, olay ve ilişkiler zincirinin halkalarını peşinden sürükleyecek ana halkayı yakalamak, omuzlarımızın üzerindeki başımızla düşünüp davranmak, halkımızla örgütlenip, sentezleşebilmek... Hak getire!

Biraz sıkışınca; “Yok abicim! Bu sümüklü halk ‘adam’ olmaz! Ne dinliyor! Ne okuyor! Ne de anlıyor!” denilip anarşizme “ideolojik” zemin ve bahaneler yaratılıyor.

Parça, bütünden ayrılmaz. Biz ne kadar dinliyor, okuyor ve anlıyorsak, halkımız da o kadar...

Benzer tartışmalara, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi de taraf ya da tanık olmuştuk! Üçüncü kez yine mi “tekerrür”?... Bu ölümcül “lüks”ümüzden ne zaman kurtulabileceğiz?

İşte tüm bunlar için, toplumsal olay ve ilişkilerimiz tarihi gelişimleriyle ele alınıp tartışılmalı, netleştirilip duruca bilince çıkarılmalıdır.

Derlemedeki “ilkel”, “vahşet”, “barbarlık” gibi kavramlar bilimsel anlamlarıyla kullanılmıştır.

TARİH TOPLUM POLİTİKA KÜLTÜR VE SANAT

Dünyadaki ilk insan toplumundan günümüze kadar geçen süre içinde, başlıca iki tarihsel evre belirginleşir: Tarih Öncesi (mitoloji) ve Tarih (yazılı tarih).

TARİH ÖNCESİ

Çeşitli aşamalardaki ilkel komünal toplumların; ortak mülkiyete dayalı üretim, paylaşım ve tüketim ilişkileri içinde, sınıfsız ve devletsiz kollektif yaşamlarının tarihidir. Yazısız Tarih de denir. M.Ö. 5000’lerin Mezopotamya’sında, (dünyada ilk defa) Sümerler’in sınıflı ve devletli bir toplum düzenine; Medeniyet’e (uygarlığa!) geçmeleriyle, Tarih Öncesi sona erer.

Vahşet ve Barbarlık çağlarından oluşan Tarih Öncesi; 1.000.000 yıldan fazla sürmüştür.

VAHŞET (Paleolitik: Eskitaş) ÇAĞI

Tarih Öncesi’nin bu ilk aşamasında insanlık, yüzbinlerce yıl çıplak doğa etkisinde kaldığı için, diğer canlılar gibi “doğal seleksiyon”dan oldukça fazla etkilenmiştir. Günümüzde, Vahşet çağının insan tipi yok. Onları ancak fosil olarak buluyoruz. Bu çağın “aile” biçimleri; “kandaş” ve “ortaklaşa” olmak üzere “grup halinde” evlilik biçimleridir.

Vahşet çağının üç evresi, ateşin keşfine göre ayrılabilir.

AŞAĞI VAHŞET

Ateşi keşfinden önce insan, tropikal bölgelerde yaşadı. Cava adası ve Afrika’da fosilleri bulunan Pitekantrop (dik yürüyen maymun adam) bu dönemin insanıdır. Kaba çakmak taşından aletler; insanı, İŞ gören iki el sahibi yaparak maymundan ayırdı. İlk cinsel belirlemelerin (“Kandaş Aile”ye geçişle; ana-babaların çocuklarla evlenmesi yasaklandı) yarattığı TOTEM (tös); insanda bilinçaltı denen ikinci kişiliği geliştirdi. İŞ ve TOTEM. Her ikisi birden insanla insan arasında iletişim yöntemi olan DİLin gelişimini determine etti. Bu dönem insanları daha çok, kabuklu-kabuksuz yemişleri ve kökleri toplayarak beslenirlerdi.

ORTA VAHŞET

Ateşi keşfeden insan, ışığı ve sıcağı yanına alarak dünyanın buzlarla kaplı bölgelerine doğru gece gündüz yayılır. Çin’den Britanya’ya kadar Sinantropus-Pekinensis, Heidelberg, Piltdown insanları ve Neanderthal insan tipleri; basamak basamak modern insana doğru gelişirler. Ateş sayesinde hayvanları kovdukları mağaralara yerleşirler. Balık tüketimi (midye ve suda yaşayan kabuklu kabuksuz bütün hayvanlar dahil) ateşin kullanılmasıyla başlar. Avcılık, ilkel biçimiyle bu evrede görülür. Ancak, avcılıktan başka hiçbir şey yapmayan, yani yalnızca avla yaşayan halklar hiç varolmamışdır. Av ürünü, özellikle bu evrede tamamen raslantıya bağlıdır. Toplayıcılık; daha çok kadın ve çocukların, ilkel avcılık; yetişkin erkeklerin işi olmaya başlamıştır. Bu evrede, Gensler arası “Ortaklaşa Aile”ye geçişle; kardeşler arasında cinsel ilişki tarihe karıştı.

YUKARI VAHŞET

Bu evrede mızrak ve kaba yayı keşfederek sahneye çıkan Homo-Sapiens (Us İnsanı), toplum zenginliğini güzel sanat ve ölü gömme derecelerine yükseltir. Homo-Neanderthal’i mağaralarından ve taşocaklarından kovup yokeden Homo-Sapiens, el ve kolca olduğu gibi beyince de üstündü. Sapiens insanın yaptığı taş heykelciklerdeki ANAHAN KADIN tipi, anaerkil (matriarchal) düzeni göstermektedir.

Aşağı ve Orta Vahşet boyunca bencil hayvani cinsel içgüdünün bilinçaltına püskürtülmesiyle insan; toplumsal aşka doğru yöneliş ve yüceliş sentezine varıp, toplumda politika ve güzel sanat emeğini filizlendirmişti. Yukarı Vahşet konağının Us-İnsanı, Neanderthal insan gibi mağara duvarları üzerine desenler çizmekle kalmaz; kemik, boynuz ve fildişi üzerine oyma figürler, gravürler, heykeller, siyah, beyaz, kırmızı, sarı boyalarla resimler yapar. İlk eskizler çocuk resimleri gibi profilden çiziliyordu. Sonra resimde ustalaştılar. Vahşi artisttiler diyebiliriz. Biçimlerin gerçekçiliği ve hayvan resimleri, Vahşi güzel sanatın karakteristiğidir.

Yukarı Vahşet konağında taçlanan politika ve güzel sanatta, insana baskın çıkan bu hayvancıklar; boş vakit geçirmek veya eğlenmek için yapılmadı. Vahşet toplumu için Totem; bütün kandaşlara eşitçe uygulanan, çiğneyeni ölümle cezalandıran kesin bir politik kuraldı. Bütün resimler, heykeller, gravürler ancak totemi temsil ettikleri için önem kazandılar. Yapıldıkları yerler, alet ve asaların işlemeleri ve oymaları bunu ispatlar. Onlar, bugün yaygın olarak sanıldığı gibi sırf “estetik” ve “zevk” unsuru değil, totem örgütlülüğünün politik damgaları olarak toplumsal işlevi ve fonksiyonu olan sosyal görevliydiler.

Totem; Anahanlıkta mutlak eşitlik düzeniydi. Totem; bir anayasa, Anahan da; kandaşlar üzerinde imtiyazlı ve sivrilmiş bir sömürücü zorba değildi. Her ikisi de doğal işbölümünün ifadeleriydi. Böylesine doğal ilişkiler içinde insanlar; birbirlerine baskı ve işkence yapmadıkları için, ilişkilerinin sembollerini de anormalleştirip korkunçlaştırmaya gerek görmüyorlar, yaptıkları resim, heykel ve şekiller doğal, gerçeğin tam karşılığı oluyordu.

Ateşin bulunmasıyla başlayan “ocağın kutsallığı” ve yeni “ocak”ların yakılmasıyla ilgili törenler, erginleme, ava hazırlık, nasıl avlanılacağı, avdan dönüş ve nasıl avlanıldığını toteme ve anaya “anlatım” tören ve şölenleri; politik ve tiyatral bir yaşamdır. Kan bağlarıyla örgütlü toplumda henüz politikacılar, sanatçılar, seyirciler ve halk birbirinden ayrışmamıştır. Yansılama ve yanılsamayla, olayı herkes hem oynar, çizer, der hem de seyreder, dinler, yeniden yaşar. Nasıl avlanılacağı “ajitasyon”u ve “bereket” umudu, avlanıyormuş gibi oynanarak herkesçe hem canlandırılır hem de izlenir. Av dönüşünde ise nasıl avlanıldığı ve olup bitenler “propaganda” yaparca herkesçe yeniden oynanıp, çizilip, anlatılarak seyir (hareket) halinde herkesçe “izlenir” yaşanır. Bu; günlerce avlanan erkeğin, av vahşetinden kurtulabilmesi, topluma tekrar uyum sağlayabilmesi için gerekli olan arınma törenini de içerir. Dans, müzik ve ritm tüm bu anlatımların doğal konstrüksiyonudur.

Orada politika ve sanat; örgütlü toplumun kollektif yaşamının ta kendisidir. Bu yaşam, bir sonraki evre olan Aşağı Barbarlık’ta daha da gelişerek sürmüştür.

Bu dönemde belirginleşmeye başlayan “İki Başlı Aile”; farklı genslerden bir erkekle bir kadını azçok uzun bir zaman için demokratik olarak birbirine bağlayan, evlilik bağının iki tarafça da kolaylıkla çözülebildiği bir aile biçimidir. Yukarı Vahşet döneminde çocuklar, geçmişte olduğu gibi yalnızca ana soyundan sayıldılar.

Her üç Vahşet konağındaki insan türlerinin, birbirleriyle hiç karışmaksızın mutlak bir “sırayla” tarih sahnesinden gelip geçtikleri sanılmamalıdır. Burada, her dönemin belirleyici tipleri ana karakterleriyle özetlenmeye çalışılmıştır.

BARBARLIK (Neolitik: Yenitaş) ÇAĞI

Sözümona “bilginler”, yukarda adı geçen varlıklara “insan demeli mi, dememeli mi?” sallantısındalar. “Bilimsel şüphecilik!” maskesiyle yürütülen bu “tartışmalar”; insanı, çömlek gibi balçıktan, Adem biçiminde yaratıveren tek tanrılı Medeniyet dinlerindeki “ulema” alışkanlığından kaynaklanabilir ancak. Ne ki; balçıktan yaratma fikrinin insan kafasında yeretmesi, toplumda çömlekçiliğin başlamasıyla mümkün olabilirdi. Çömlekçilik; Vahşet çağının kapanıp Barbarlık çağının açıldığı gün başlamıştır. Geleneklerin “Adem”i, çömlekçilikle başlayan Barbarlık konaklarından birine uyabilir. Çömlekçiliği bilmeyen Vahşi’ye insan dememek; insanın “gal’ü beladan beri” bugünkü biçimiyle “gökten yere inmiş” olduğunu, hiç değişmediğini söylemeye varır.

Gerçek ise, bunun tersini göstermektedir. İlk Vahşi olan Pitekantrop; insandır.

Barbarlık çağının aile biçimi, Yukarı Vahşet’te görülmeye başlayan “İki Başlı Aile”dir. Bu çağın ilk dönemi olan Aşağı Barbarlık’da çocuklar ana soyundan sayılmaya devam ettiği halde, Orta ve Yukarı aşamalarda baba soyuna geçirilmişlerdir. Bu aile biçimi; Yukarı Barbarlık konağının sonlarına doğru, Medeniyetle birlikte, yerini “Tek Eşli Aile”ye bırakır.

Barbarlık çağında, Vahşet’in “doğal seleksiyon”u görülmez. Aşağı Barbarlıkla başlayan çömlekçilik, gelgeç ekim (bahçecilik) ve küçük yerleşimcikler, uzun ya da arabalı evler, Orta Barbarlığın göçebe sürü ekonomisi ve Yukarı Barbarlığın sulama kanallı tarım ekonomisi gibi nispeten yüksek teknik ve metodlar; insanlığı, Vahşet çağında görülmedik bir üretim tarzına kavuşturdu. Vahşet çağında geçim, doğada kendiliğinden üremiş, hazır bulunan nesneleri benimsemekle olurdu. Barbarlık çağındaki geçim ise, bugünkü anlamıyla gerçek ÜRETİMe dayandı. İnsan, doğada hazır bulunmayan nesneleri, kendi toplum tekniği ve metoduyla üretti.

Bu şartlar, iki büyük sonuç doğurdu:

1- İnsan türünü, coğrafyanın belli bölgelerine bağlı kalmaktan kurtardı. İnsan, doğanın kendiliğinden hazır ürün vermediği bölgelerinde geçimini sağlıyabildi. Böylece insan, bütün dünyayı kapladı.

2- Barbarlık üretimi, insan türünde değişiklik olmayacak kadar kısa zamanda, çabuk ilerlemeyi gerektirdi. Vahşet 1.000.000 yılı aşkın sürdüğü halde, Barbarlık 50.000 yıldan az sürdü. Bu iki sonuçla, insanlıkta tür değişikliği ve “genoside” (insan türünü yoketme) doğa kanunu olmaktan çıktı. Artık yeryüzünde bir tek insan türü vardı; Medeni de Barbar da aynı insandı. Barbarlıkla birlikte, TÜR (nevi) başkalığı yerine, sosyal ve doğal etkilerle beliren IRK (race) başkalığı görülebildi. Onun için, Barbarlıkla birlikte; insan türünün değil, toplum düzeninin değişimi problemleşti. Barbarlık ortasında doğan Medeniyet, iki ayrı insan türünün değil, iki ayrı toplum düzeninin karşılaşmasını getirdi.

Tarih Öncesi’nin Vahşet çağında, Yukarı Vahşi insanlar, Orta ve Aşağı Vahşi insanları yenip insan türü olarak yoketti. Tarih’te, Medeniyet, düzen olarak Barbarlığı yenip REJİM olarak yoketti.

Barbarlık çağı da üç evreden oluşur.

AŞAĞI BARBARLIK

Ateşin gelişmiş kullanımı, cansız nesneler alanına görülmedik ürünler getirir. Balçık pişirilir, ÇÖMLEK yapılır. Madenler, doğal filizlerinden metal olarak çıkarılmaya başlanır. Doğanın yeni bir gücü olan mekanik kuvvet keşfedilir. Ok; artık elle değil gerilen yayla, taş; kolla değil sapan manivelasıyla atılır. Ok ve yayla avcılık egemenleşir. İlk bitki ve hayvan yetiştirme, insanlığın bu evresinde görülür. Bundan sonraki iki Barbarlık konağı, bu ilk keşifleri sistemleştirecektir. Aşağı Barbarlık konağına, tarihte en tanınmış adıyla AVCILIK, teknik bakımdan da ÇÖMLEKÇİLİK devri denebilir.

Orta Vahşet konağından beri insan toplumu kan (gens) örgütlenmeleriyle varolmuştur. Böyle bir toplumda; aynı Kadın Ata’dan gelme kadın soy zinciri, o kanı (gensi) oluşturur. Babalık belirsiz ya da önemsiz olduğundan, çocuklar Ana Soyu’ndan sayılırlar. Soy zincirinin içinde her kuşaktan ancak kızların nesilleri kalır, oğulların nesilleri analarının ya da karılarının kanlarıyla isimlendirilir. Kanların (genslerin) birleşmesinden kabile (fratri) ve kabilelerin birleşmesinden de aşiret (tribü) oluşmuştur. Her kabile merkezinin çevresinde geniş daireler halind e av arazisi yayılır. Sonra, onu öteki kabilelerden ayıran koruyucu, tarafsız orman gelir.

İşbölümü; doğal, kendiliğinden ve cinslere göredir. Erkek savaşır, ava gider, balık tutar, beslenmek için gerekli ilk maddeyi ve araçları yapar ya da bulur. Kadın, evin ve ocağın bakımını ele alır, bahçecilik yapar, besini ve giyimi hazırlar, yemek pişirir, iplik eğirir, dikiş diker, insan yetiştirir. Her ikisi de kendi alanlarında; erkek av sahasında ve ormanda, kadın evde “efendi”dir. Her biri kendi yaptığı ve kullandığı aletlerin mülkiyetine sahiptir. Ev birçok kişiler için, çok defa birçok aileler için ortaklaşadır. Bu ”uzun evler” ya da “arabalı evler” genellikle çadır, ahşap veya kerpiçten yapılmıştır. Böyle bir “kamu evi”nde iktidar ANA KADINdadır. Kadınlar, sadece hür değil, aynı zamanda pek itibarlıdır. Aynı kan içinde birbirleriyle karı-koca veya aşık ol(a)mayan kadın ve erkekler, eşlerini, kendi kanlarının bağlı olduğu kabile ya da aşiretin içindeki diğer kanlardan edinebilirler. Bu; kana göre dışardan, kabile veya aşirete göre ise içerden evlenmedir.

Her kan içinde şu prensipler gelenekleşmişti:

1) Kan, kendi Sachem’ini (barış zamanındaki başkanını) ve Şef’ini (askeri kumandanını) SEÇER, kadın-erkek herkes seçime katılırdı.

2) Kan’ın tüm kadın ve erkeklerinin katıldığı toplantıyla sachem ve şef azledilebilirdi.

3) Kan içinden evlenme mutlak yasaktı.

4) Ölenlerin mülkiyeti öteki kandaşlara kalırdı.

5) Kandaşlar birbirlerine yardım etmek, birbirini korumak, yabancılar tarafından yapılan bir hakaretin öcünü almakla yükümlüydüler. Kan üyelerinden birisi bir yabancı tarafından öldürülürse, o kan bütünüyle öc almaya kalkardı (Kan Davası). Önce bir aracılık denenir; öldürenin kanı, ölenin kanına taziyeler bildirerek önemli hediyeler sunar, uzlaşma teklif ederdi. Taziye ve hediyeler kabul edilmezse, öldürülenin kanı bir veya birkaç öcalıcı belirlerdi. Bunlar, öldüreni veya onun kanından birini takip edip öldürmekle görevliydiler. Görev tamamlanınca, “idam” edilen kişinin kanı hiçbir şikayette bulunamazdı.

6) Kanın belirli bir adı veya seri adları vardı. Kişinin adı da hangi kandan olduğunu hemen belli ederdi.

7) Kan, yabancıları kendi içine kabul edebildiği gibi, bütün kabilenin içine de kabul ettirebilirdi. Öldürülmeyen harp esirlerinin ve sayıca küçülmüş olan kanların üyelerinin bir kana kabul edilmeleri; kandaşların (yabancıyı erkek veya kız kardeş olarak kabul etmiş olan kimselerin ya da yabancıyı evlat olarak kabul etmiş kadının) teklifi üzerine gerçekleşirdi. Bu kabul merasimi, bir kamu oturumunda ve törenle yapılırdı.

8) Kanın ortaklaşa bir mezarlığı vardı. Çocuklar, analarıyla aynı sırada gömülürdü.

9) Kadın-erkek hepsi aynı oy hakkına sahip olan bütün erişkin kandaşların demokratik toplantısı demek olan Kan Şura’sı (Konsey’i) vardı.

ORTA BARBARLIK

Geçim bakımından ÇOBANLIK, teknik bakımdan TUNÇ devri adını alan toplumsal ilişkiler evresidir. Aşağı Barbarlığın sonlarına doğru, toplum içinde bir kısım oymaklar (kabileler) çobanlık gereği göçebeleşirler. Burada; evcil hayvanın, sürü üretimine dönüşmesi yepyeni bir yaşayış getirmiştir. Sürünün yarattığı bolluk erkeğin kontrolunda geliştiği için, “Anahanlık” denilen kadıncıl düzene karşı erkeğin seçkinleşmesi belirir. Bundan önceki konaklarda bütün kandaşlar için eşitçe kabul edilmiş olan Totem teşkilat ve inançlarının yerini, yavaş yavaş, dolambaçlı yoldan erkek imtiyazlarının bekçisi olan TABU kurumu alır. Toplum, Totem (TÖS) ile Tabu (KÖRMÖS) inançlarının sarmalında BABAHANLIK düzenine doğru yol alır.

Yukarı Vahşet ve Aşağı Barbarlık konaklarındaki doğal cinsel iş bölümü, toplumda alt ve üst konumda cinsler yaratmamışken, aynı iş bölümü çobanlıkta, 1. Büyük Sosyal İşbölümü senteziyle, toplumsal ilişkileri altüst eder. Sürü ve sürüyle takas edilerek alınan malzemeler, erkeklerin sürekli malı olur. Kadının ev işi; erkeğin elindeki teknik, coğrafya ve insan üretici gücü önünde, giderek önemini yitirir. Erkeğin ev içinde de otorite olmasıyla birlikte, mutlak erkek iktidarının önündeki son engel olan Ana Hukuku’nun düşmesi ve Baba Hukuku’nun toplum içine sokulması; İki Başlı Aile’den, Tek Eşliliğe doğru gidişin başlangıcı olmuştur.

Bu gelişmeler, eski kandaşlık düzeninde de bir yırtılma ve kopma yarattı: Özel aileler güçlenerek, kanın karşısına, onu tehdit ederce dikildi. Sürü gene toplumun malıydı, ancak, erkeğin güdümündeki sürü, giderek babahanlaşacak olan erkeğin güdümündeki bir toplumun malı. Totem, Tabu’ya doğru evrimleşirken; saygıdeğer Ana Tanrıçalar, henüz yokedilemeden önce veya yokedilemedikleri zaman altedildiler. “Dev anası”, “Meduza” gibi adlarla iğrenç ve korkunç gösterilen varlık; Orta Barbarlığa dek tapılan, ondan sonra da halk inancından bir türlü sökülüp atılamayan Kadın-Ana idi. Erkek, anacıl düzeni yıkmak için yapmadık zorbalık, göstermedik “kancıklık” bırakmamış görünüyor. Tanrıların atası yıldırımlı Zeus; kadından tohumunu çalarak, kadın yerine kendisi gebe kalıp çocuk (Dionysos’u) doğurmuş, Anahan’ın en doğal işlevlerini bile ortadan kaldırmaya çalışmıştı. En sonunda kadın alt oldu. Fakat bu, kandaş eşitliğin içinde açılmış bir çatlaktı. Kadın sindirilirken, gelecek kuşaklara; toplum içinde bir kesimin ikinci ve alt edilebileceği öğretiliyor ve hazmettiriliyordu. Törenler, Şölenler, politika, kültür, sanat, estetik ve edebiyat buna göre evrimleşti.

YUKARI BARBARLIK

Bir kısım oymaklar, Aşağı Barbarlık’tan beri bildikleri gelgeç mısır ekimini ve Orta Barbarlık’ta sürüleri için kışlık yem olarak kullandıkları arpa, yulaf gibi taneli bitkilerin sadece konak alanlarında ekimini; tarıma elverişli ırmak boylarında ve deltalarda sürekli oturaklaşarak gerçekleştirmeye başlarlar. Bu oymaklar, Tarım Toplumunu oluşturup Kentler kurarak Yukarı Barbarlık konağına geçerler. Burada artık; TARIM ve KENT sistemlerinin doğduğu ve daha sonra demirin keşfiyle delta ve ırmak boylarından tüm diğer coğrafyalara yayılabildiği için DEMİR devri de denen evre başlamıştır. Evcil bitkiler; sulamalı ve sistemli tarla ZİRAATI biçiminde üretim konusu olurlar. Toprakta Ortak Mülkiyet; başlıca toplumsal düzen durumunu ve KENT yerleşimlerini yaratır. Zamanla, demir balta, ormanı tarlaya dönüştürürken; demir kılıç, savaşı zanaat haline sokarak KAHRAMANLIK devrini bütün maddi ve manevi etkileriyle fışkırtacaktır.

Yukarı Barbar kentlerde; sanayi (çeşitli zanaat alanları) ile Ziraat (tarım) gerek birbirlerinden gerekse kendi içlerinde bağımsız üretim kolları, dalları halinde ayrılıp bölünerek 2. Büyük Sosyal İşbölümü gerçekleşir. Bu oymaklar için Medeniyet ve Tarih’in şafağı sökmek üzeredir. O coğrafyada; toprakta özel mülkiyet, yazı, para, ticaret, sınıflar ve devlet sahneye çıkmak üzeredir. Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan’da kurulan ilk Yukarı Barbarlıklar ve Medeniyetler; tarım için teknik olarak demire gereksinim duyulmayan elverişli ırmak boylarında ve demirin keşfinden çok önce kurulmuşlardır.

Yukarı Barbarlık konağının geç dönemlerine kadar kabile, (Orta Barbarlık’ta kadının alt ediliş çatlağına rağmen) eşit kişilerin hür toplumuydu. “Kahramanlık Çağı” denilen düzen, açtığı sonsuz savaşlarla, oymak örgütünü bir savaş ve çapul çetesine cevirdi. Kabile şefleri, önce, sadece savaş zamanı seçilerek baş olan kişiydi. Türkçe’de Başbuğ, Arapça’da Reis, Latince’de Rex, Grekçe’de Basileus; onlara sonradan yakıştırılan anlamda mutlak iktidar sahibi, imtiyazlı ÜST değillerdi. İslamlığın ilk dönemlerinin “Halife-i Raşidiyn”i gibi, kabile üyelerince “biyat” edilerek (hür oyla) seçilirlerdi. Sonraki sömürücü ve zalim Krallarla, Şahlarla, Padişah veya Halifelerle o ilk Barbar şefler, ilk Peygamber ve Halifeler arasında gece ile gündüz arasındakinden çok fark vardı.

Çapullar ve fetihler süreklileşip genişledikçe, mal ve yetkilerini artıran şefler, her türlü alçaklığı ve iki yüzlülüğü kullanarak kendilerini ömür boyu şef yaptılar. Demokratik seçimle iktidara gelen şefin yerini zorba, değişmez şefler aldı. Çevresindeki azınlığın imtiyazlarını savundu. Bu azınlık: Yukarı Barbar kentlerde; toprak sahibi (Patrici-Küreyş), göçebe Orta Barbar akınlarında ve harplerde; “Gazi”, “İlb”, “Şovalye” şeflerdi. Zamanla, öteki kandaşlarına ve kent halkına sürü gözüyle bakan bu azınlığa “Asalet, Aristokrasi” veya “Soylular” denildi.

Tarih Öncesi’nin tüm bu aşamaları, bıçakla kesilmiş gibi birbirlerinden kopuk değildir ve karşılıklı olarak birbirlerini dışlamazlar. Toplayıcılık; avcılığın egemenleşmesinden sonra da, bahçecilik ve avcılık ise; çobanlığın ve sulamalı tarımın başlamasından sonra da varlığını sürdürür. Ancak, eski önemini yitirerek. Bu evreler, bazı bölgelerde kesin bir zamandizinsel sıra da oluşturmayabilir. Tarımdan önce sürü çobanlığının, ondan önce çömlekçilik-bahçecilik-avcılığın, ilk olarak da toplayıcılığın egemen geçim aracı olduğu; genel bir sıralamadır. Özellikle tarımla hayvancılık arasındaki ilişki; büyük ölçüde coğrafya ve iklim koşulları tarafından belirlendiği için, bölgesel özellikler içerebilir. Dünyanın bazı bölgeleri evcil hayvanlar ve sürü yetiştirmek için, bazı bölgeleri ise bitki ekimi ve tarım için daha elverişlidir. Dünyada her ikisi için elverişli bölgeler de az değildir. Buralarda, her iki üretim tarzı, birlikte, karışık biçimde ve aynı zamanda ortaya çıkmış olabilir.

TARİH

Yazılı Tarih de denen Medeniyetler çağıdır. Yaklaşık 7000 yıldır sürmektedir.Medeniyetle birlikte; kişisel miras ve taşınır-taşınmaz özel mülkiyete dayalı üretim-paylaşım-tüketim ilişkileri, insan toplumunun yaşamını belirler. Adeta nöbetleşe “medeni”leşen toplumların dışındaki coğrafyalarda yaşayan ilkel komünal kavimler; ateşe uçan böcekleri andıran ve asırlar süren göçleri sonucunda “Medeniyet”e geçerek özel mülkiyetli, sınıflı, devletli toplum biçimine ulaşırlar. Tarih Öncesi M.Ö. 5000’lerde son bulur ve dünyada Yazılı Tarih dönemleri başlar. Ancak, özel olarak her toplumun kendi Tarih Öncesi; o toplum, Medeniyet’e (özel mülkiyetli, sınıflı, devletli düzene) geçinceye kadar sürmüştür. Daha sonra Antik Tarih içinde yerini alır.

Bu gelişmelere paralel olarak politikanın, kültürün, sanatın, edebiyatın ve estetiğin tüm toplumca kollektif üretilip tüketilen anonim niteliği parçalanarak bireyselleşti. Örgütlü toplumdağıldı. Tüm bu toplumsal etkinlikler; parasal zenginlik ve mal-mülk sahibi, hali-vakti yerinde azınlık insanların ya da onlar tarafından desteklenen bir kısım insanların uğraştığı bir “meslek” haline dönüştü. Politikacılar, sanatçılar ve halk birbirinden ayrıştı. Züğürtleşen halk kitleleri politikaya da sanata da “seyirci” kaldı.

Kimi politikacı, sanatçı ve edebiyatçılar; yitirilen “cenneti” yeniden kurabilmeyi, parçalanmayı ve sınıflara bölünmeyi durdurup ortadan kaldırmayı ya da “altın postu” gelecekte aramayı eserlerinde işlerken, gelişen olayları duru bir gerçekçilikle gözlerimizin önüne sererek klasikleştiler. Bir kısım politikacı, sanatçı ve edebiyatçılar ve de onların eserleri; egemen sömürücü sınıfların politik-kültürel-sanatsal-estetik yapı ve anlayışlarını yansıtıp, son duruşmada onlar tarafından ve onlar için varedilirlerken, diğer bir kısmı; ezilen ve sömürülen halk kesimlerinin damgalarını taşıyorlardı artık.

İnsanlık; Tarih Öncesi’nde 1.000.000 yılı aşkın yaşadığı ve bugün bile hâlâ unutamadığı sınıfsız ve devletsiz kardeşlik toplumunu, çeşitli gelenek-göreneklerinde ve kültüründe, mitolojik kalıntılar olarak yaşatmıştır. Günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş bütün dinlerin, tarikat, sekt, lonca, kült ve cemiyetin kökleri Tarih Öncesi’ndedir.

Kimi zaman, geçmişte kaybettikleri “cennet”i gelecekte arayan, kimi zaman da “Altın Çağ”a yeniden dönüp kardeşlik toplumunu kurmak üzere büyük isyanlara kalkışan kollektif aksiyon kalıntıları; bata-çıka 6500 yıl süren antika özel mülkiyet düzenlerine ve son 500 yıllık kapitalizme rağmen, özellikle kırsal alanlarda yaşayan halkın kültür-sanat-edebiyat-estetik yapı ve anlayışlarında hâlâ varlığını sürdürmektedir. Halk masallarından halk oyunlarına, danslarına, müziğine, deyişlerine, köyseyirlik oyunlarına, elişi ve kilim desenlerine kadar her alanda görülen bu kültürel doku; Medeniyet (sınıflı-devletli özel mülkiyet düzeni) öncesi toplumların geriye doğru uzanan Yukarı Barbar (kent), Orta Barbar (göçebe), Aşağı Barbar (anahanlık) gelenek-göreneklerini yansıtmaktadır. Onun için, halkların kültür-sanat-edebiyat-estetik yapı ve anlayışları; geniş ve derinlemesine bir araştırma konusudur. Bunları gerçekçi olarak anlatan ve işleyen Aiskhylos, Aristophanes, Sofokles, Homeros, Cervantes, Shakespeare, Puşkin, Heine, Dante, Balzac, Çernişevski, Goethe, Hegel, Tolstoy gibi tarihçi, sanatçı ve edebiyatçılar etüd edilmelidir.

Tarih, Antik Tarih ve Modern Tarih olmak üzere iki ana bölümden oluşur.

ANTİK TARİH

Medeniyet’in üretimi; tarım (ziraat) üretimidir. Fakat, Medeniyet’in asıl sebebi tek başına tarım değildir. Tarım, Yukarı Barbarlık konağında başlamıştır. Medeniyet’in karakteristiği; tarım ile sanayi (zanaat) kolları arasındaki iş bölümünün gelişmesine bağlı olan TİCARETtir. Toplumda alışveriş aracıları olan TÜCCARLAR, sosyal bir SINIF haline geldikleri zamanda ve yerde Medeniyet başlar.

Medeniyet’e geçmek için;

1) Tropikalimsi ırmakların tarıma elverişli ve çok bereketli toprakları,

2) Bu topraklar üzerinde Yukarı Barbarlık konağına varmış bir toplum gerekmiştir.

Irak’ta Ur, Uruk, Mısır’da Buto, Çin, Hint Medeniyetleri; sulamalı gelişkin ziraat ve geniş ticarete en elverişli coğrafyalarda doğdu. Oralarda, doğanın bereketli taşkınları ve toplumun büyük kanallaştırma kollektif aksiyonu; ziraat ve sanayi iş bölümünü artırarak, ticareti belli başlı bir ekonomik fonksiyon haline getirmiştir. İlk Medeniyet beşiklerinin, artan ham madde ihtiyaçlarını kendi topraklarındaki doğal kaynaklardan karşılayamamaları, ticareti, en geniş dış ticaret biçiminde büsbütün kışkırtmıştır.

Ticaret: İş bölümü yüzünden ayrı ve birbirinden habersiz-bağımsız üreticilerce elde edilen ürünlerin, insanlar arasında değiş-tokuş edilmesidir. Ancak; her iş bölümü, birbirinden ayrı ve bağımsız üretimi gerektirmediği için, her değiş-tokuş ticaret değildir. Örneğin ilk iş bölümü, doğal-cinsel işbölümü olarak Yukarı Vahşet konağında oldu: Kadın; içerde toplayıcılık, bahçe-ev işi, erkek; dışarda av işi ile uzmanlaşırken, hiçbir ticari alış-veriş yapılmadı. Üretim ve tüketimin arasında bilinç ve özgürlük kısıtlayıcı bir değiş-tokuş görülmedi. Bu doğal-cinsel iş bölümünde ev; toplumun ortak malı olmakla birlikte, bakım ve eşya olarak kadının elindeydi. Eve ve ocağa hükmeden kadın, topluma egemen bir yetki kazandı. Toplumdaki tüm erkek ve kızları dokuz ay on gün karnında taşıyan, kanıyla besleyen, sonra doğurup dokuyan ve emzirip yetiştiren insan olarak kadın, bu egemenlik yetkilerini; çocukları, kardeşleri ve kocalarından oluşan toplum zararına ve onlara karşı bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanamazdı, kullanmak aklının ucundan bile geçmedi. Buna “anahanlık” deniyor. Paleolitik çağa ve Aşağı Barbarlığa ait ilk insan heykelcikleri hep kadındır. Orta ve Yukarı Vahşet ile Aşağı Barbarlık konaklarına ait fosil insanda, kadının kafa Kalot yüksekliği endeksi, erkeğinkinden büyüktür. Bütün ilk dinlerde ilk tanrı; ana tanrıçadır. Ana hukuku, tarih çağlarına kadar yaşamıştır.

Orta Barbarlık’ta, evcil hayvanın sürü biçiminde üretimi demek olan çobanlık toplumunda, bir sistem olarak 1. Büyük Sosyal İşbölümü doğdu. Alış-veriş; göçebe-çoban kavimler ile Aşağı Barbar bahçeci-avcı kavimler içinde ve arasında, kendiliğinden başladı. Ama bu, toplum içinde sırf alış-verişle geçinen bir insan sınıfı yaratmadı. Barbarlık’ta değiş-tokuş; nicelik ve nitelik olarak ticaret adını alacak bir değiş-tokuştan bambaşka, hatta onun tam zıttıdır. Barbar alış-verişleri; bütün bir oymak (kabile) ile ötekiler arasında, toptan yapıldı. Bu alış-veriş, oymak başlarının yetkisi ve aracılığıyla olsa bile, şefler yalnız kendi adlarına davranamazdı. Bütünü ile toplumun yararını güderlerdi. Barbarların, Mısır ve Babil gibi iki büyük Medeniyet arasında kendiliğinden başardıkları alış-verişlerde ve ticaret kervancılığında bile, şefler, oymaklarının tümü adına ve onların toplumsal çıkarlarını gözeterek davrandılar. İsrailoğulları’nın maceraları bunun belgeleridir. İlk peygamberler; oymaklarının iç ve dış ilişkilerinde ve de alış-verişlerinde, sonrakiler veya Medeniyetler’deki gibi tüccar, bezirgan kişi olmadılar. Kutsallıkları da buradan gelir.

Toplum içinde ticaretin doğuşu, ancak 2. Büyük Sosyal İşbölümü sonucunda görüldü. O da, Medeniyet öncesinde egemen olan ilkel komünal kandaşlık düzeninin çökmesi ile yapılabildi. Çöküş; kanda (gensde) ana yerine baba hukukunun geçmesiyle başlamıştı. Giderek, toplumun güdümü; Totemi soysuzlaştıran, TABU (Körmös:GÖRMEZ) mekanizmasını ellerinde tutan ve diledikleri gibi kullanan rahiplerin, büyücülerin, sihirbazların eline geçmişti. Böyle bir düzende, sürü yerine geçen tarımın getirdiği ekonomi, kandaşlık bağlarını dinamitleyecek şartları yarattı. Eski kardeşlik toplumunu altüst etti. İnsanlar; kentini değil kendini düşünen, mal ve paraya tapan bencil bireyler olarak ayrışıp bölündüler. Tüm “Tufan”lar, Destanlar, Efsaneler, “Kutsal Kitaplar”, mitoloji, Antik Grek kentlerindeki Tiranlık hegamonyaları ve “demokrasi” aldatmacalarının yüzyılları saran trajedileri; eşit ve demokratik kandaşlık düzenine karşı oynanmış oyunları anlatır.

Yukarı Barbarlık konağının sonlarına doğru gelişen ekonomik ve sosyal yapı, bütün kandaşlık ilişkilerini paramparça ediyordu. Her yeni üretim kolu, o parçalanmayı biraz daha artırıyordu. Tarımla uğraşanlar ve zanaatkarlar; Medeniyet’e doğru, pasif ve güdülen konumuna daha uygun bir duruma düşmüşlerdi.

Kent içinde iki tip aktif insan tabakası vardı:

1) Yerli Asil Tabaka: Bunlar, cenneti bile “kılıçlarının gölgesinde” bilen, artık gözü dönmüş çapulcu babahanlardı. Toplumun demokrasi geleneklerini diriltmeleri, bilinçli insan düzeni kurmaları beklenemezdi.

2) Yabancı Sığıntılar: Genellikle “ipten kazıktan kurtulma” kişilerdi. Toprakları olmadığı için Ali’nin külahını Veli’ye giydirip alış-veriş yapmaktan başka “iş”leri yoktu. Ancak ticaretle geçinebilirlerdi.

Toplum üretiminin aksamadan gelişmesi için kalan tek yol; kör “arz-talep” kanunu ile kendiliğinden, yani insan bilinci ve iradesi dışında işleyen değiş-tokuş: TİCARETti. Barbarlık’ta değiş-tokuş; üretim yapan insanın kendi ihtiyacından fazla malını, başka bir üreticinin fazla malıyla trampa etmekti.

Ticaret, bunun tam tersidir:

1) Tüccar, hiçbir üretim yapmaz. Başkalarının ürünlerini değiştirir.

2) Tüccar, satınaldığı malı kendi ihtiyacı için kullanmaz, tekrar satmak için satınalır.

3) Tüccar, bir malı üretenle tüketenin birbirinden habersiz oluşundan yararlanarak, üretici ve tüketiciler zararına, arada KÂR eder.

Medeniyet; bu tüccarlar sınıfının bulunduğu toplum biçimidir.

Ticari fonksiyon, toplumun tüm organ ve görevlerinde kökten değişiklikler yaptı. Ticaret, zenginliğin en büyük kaynağı oldu. Toplumdaki canlı-cansız her varlık, alınır-satılır mal, emtia, matah durumuna dönüştü. En sonunda insanın kendisi de mal oldu; kâr için alınıp satılan KÖLE haline geldi. Medeniyet’ten önce de “köle”ler görülmüştü. Ama onlara aile üyelerinden biri gibi davranılır, yardımcı, evlatlık sayılırlardı. Ticaret; insanı aileden ayırdı ve sömürülebilen, alınıp satılabilen, bir çeşit canlı ve akıllı “alet” yaptı. Üretim; köle işi haline geldi. Böylece; Medeniyet’in, durumları ve çıkarları birbirine zıt iki sınıfı, KÖLELER ve EFENDİLER ortaya çıktı.

Ticaret; insanları, tarımla bağlandıkları topraktan (köklerinden) söktü. Kentlere ilk yerleşenler; kandaş toprak sahipleriydi. Kent içinde ve çevresinde, zamanla birçok topraksızlar türedi. Bunlar; yabancı, köle, azatlı kalabalıklardı. “Asil” kent yerlileri: Grekler’de (“ağa” sözümüze kaynak olan) Agadoiler, Roma’da Patriçiler, Mekke Arapları içinde Kureyşler; zamanla imtiyazlı azınlık olan toprak sahipleriydi. Bu “Asiller”in gücü topraktan geliyordu. Yukarı Barbarlık’tan Medeniyet’e doğru, toprak gibi artıp eksilmesi pek insanın elinde olmayan bir nesnenin getirdiği zenginlik ikinci plana düştü. Ticaret, ucu bucağı olmayan bir kâr ve zenginleşme kaynağıydı. Önceleri, kentin yerli asillerine sığıntı, kent varoşlarında döküntü gibi yaşayan topraksızlar, azatlı köleler (Greklerde Hahoy, Roma’da Pleb, Mekke’de Müslimler) arasından ticaretle zenginleşenler çıktı. Bunlar türedi zenginlerdi, ancak, eski toprak sahiplerini gölgede bıraktılar. Topraklı fakat züğürtleşmiş Asillerle, paralı zıpçıktılar arasında çatışmalar başgösterdi.

Büyük Medeniyetler’in başlangıç tarihleri, paralılar ile topraklıların karşılıklı etki ve egemenlik çekişmeleriyle sarsıldı. Bu tezatları bir senteze vardırabilen kentler, tarihte orjinal Medeniyet adını alabilecek ana uygarlıklar kurabildiler. Sümerler ve Mısırlılardan sonra en çok bilinen üç örnek; Grek, Roma ve İslam Medeniyetleri’dir. Atina’nın Aristokratlarıyla tüccarları arasındaki iktidar mücadeleleri “Grek Demokrasisi”nde sentezleşti. Roma’da Patriçilerle Plebler arasındaki dövüşler uzun siyasi uzlaşma süreçlerinden sonra “Roma Cumhuriyeti ve Hukuku”nu yarattı. Mekke’de Kureyş eşrafı (kent patriçileri) ile Muhammet’in taraflıları (Mekke’nin tüccar plebleri) arasında, Medine’ye (Medeniyet’e) göç ile başlayan kanlı savaşlara son veren Hudeybiye Barış Anlaşması yapılabildiği için, İslam Medeniyeti gelişip Uzakdoğu ile Batı arasında ticaret köprüsünü kurabildi.

Ticaret, para üzerinde döner. Para; değer ölçüsü, değiş-tokuş aracı gibi fonksiyonlarıyla, iş bölümlü toplumun can damarı olan arz-talep kanununu evrenselleştirip somutlar. Para; herşeyi satınalan genel karşılık olma gücüyle dayanılmaz çekicilik kazandı. Mal ticareti yanında para ticareti de gelişti. Ticarete yatırılan para kâr getirdiği için ticarete yarayan ve borç verilen paranın da kâr getirmesi gerekti. Para ticaretinin getirdiği kâra FAİZ denildi. Ticaret geliştikçe, Kuran’da haram sayılan ribâ (faizcilik); “tefecilik” yaygınlaştı. Zamanla bütün küçük üreticiler borçlandılar. Borçlular yoksullaştılar. Borcunu ödeyemeyen, kendisinin köle olarak satılmasına katlandı. Toprağından koptu. Topraklar ve köleler; Asiller denen azınlığın elinde tekelleşti. Toplumda, eski kandaş şefler büyük toprak sahipleri sınıfını oluşturup egemenleşirken, mal ticareti yapan tüccar bezirganlarla para ticareti yapan banker tefeciler toplumda hızla zenginleşen ikinci egemen sınıf haline geliyorlardı.

Toplumdaki bu altüstlükler, diğer kurum ve kuralları da yeniden “düzen”ledi. Aşağı ve Orta Barbarlık’ta ölenin malı doğrudan doğruya topluma kalırdı. Yukarı Barbarlık’ta babahanlık düzeni geliştikçe, babanın malı mülkü bütün topluma değilse bile, ailenin bütününe ortaklaşa varlık (müşterek mülk) olarak kaldı. Medeniyet bu son adeti de kaldırdı. Atina kentinde Solon, Roma’da “Roma Hukuku”, Mekke ve Medine kentlerinde Muhammet; MİRAS’ı kanunlaştırdı. Miras; toplum içinde zenginleşen kişinin, toplumdan elde ettiği malı, öldükten sonra da topluma sormadan istediği gibi kullanması, toplumdan kaçırması demektir. Toplumla aile arasına giren ayırt, ailenin kendi içine de işlemekten geri kalmadı. Babahanlıkta kuvvetlenen tek-eşlilik; erkeğin kadın üzerinde mülk derecesine varan egemenliğini kesinleştirdi ve erkeğin çıkarına, şu veya bu maske altında çok-karılılığı getirdi. Eski ilkel toplumun ortak mülkiyete dayalı, samimi kankardeşliği yerine; özel mülkiyete dayalı, bencil BİREYlerden oluşan toplum geçti. Bu çelişkileri, ayrıcalıkları ve zıtlıkları belirli sınırlar içinde ve sürekli birarada tutmak için; çok çeşitli moral bağların bekçiliğini yapan ve ekonomik hayata egemen sınıf ya da sınıfların elinde politik bir baskı ve düzen aracı olan bir güç gerekti. O güç, Medeniyet’in tacı; DEVLET oldu.

Antik Tarih, Proto-Sümerler’den (M.Ö. 5000’lerden) Doğu Roma’nın yıkılışına (Bizans’ın yıkılışı; 1453’e) kadar sürer. Dünyada artık Orta veya Yukarı Barbarlık konağını yaşayan ve yeni üretici güçlere gebe bir toplumun gelip yıkacağı ve üzerinde yeni bir Medeniyet yükselteceği Antik Medeniyet kalmamıştır. (Japonya ve İngiltere bir yana) Son olarak Türkler’in ve Slavlar’ın Medeniyet’e geçmeleriyle Antik Tarih kapanmış, Modern Tarih (Kapitalizm) dönemi başlamıştır.

İlk Sümer Medeniyeti, ilk ve tek orijinal proses olarak, daha sonrakilerden bambaşka; kent içinden, kentin iç çelişkileriyle doğan sınıfların, ticaretin ve devletin oluşmasıyla gerçekleşmiştir.

Daha sonraki Antik Tarih boyunca başlıca iki tip medenileşme görülür:

1) Orta Barbarlar; göçlerle gelip çökmek üzere olan Medeniyetler’i yıkmışlar, onların dilini, dinini, yazısını, kurum ve kuruluşlarını alıp prototiplerini kurarak, eski Medeniyet’i adeta yeniden dirilten bir Rönesansla Medeniyet’e geçmişlerdir. Hititler, Dorlar, Büyük İskender liderliğinde Makedonya halkları, İsveç, Norveç, (Orta ve Yukarı Barbarlık’tan direkt kapitalizme ilk geçiş olarak) Britanya halkları, Germenler, Franklar, Moğollar, Türkler, Slavlar ve (Orta Barbarlık’tan direkt kapitalizme son geçiş olarak) Japonlar; Orta Barbarlık’tan Medeniyet’e geçişe tipik örnekler vermişlerdir.

2) Yukarı Barbarlık konağına erişmiş toplumlar, gelişmiş Medeniyetler ile olan ilişki ve çelişkileri sonucu Medeniyet’e geçmişlerdir. Sümer sonrası Mezapotamya, Mısır, Çin, Hint, Grek, Roma orijinal Medeniyetler’i; öncekilerden etkilenerek, fakat onlardan çok farklı Medeniyetler olarak doğmuşlardır. Bu, çoğu kez, Yukarı Barbarların; savaşla yıktıkları çökmek üzere olan Medeniyet’in üzerinde, kendi dil, din, yazı, kurum ve kurallarıyla yeni bir orijinal Medeniyet kurmaları şeklinde gerçekleşmiştir.

3) Ayrıca Tarih’te, Medeniler’in Barbarlar’ı kılıçtan geçirip “ikna” ederek “uygarlaştırdığı” hep görülmüştür.

Birçok tarihçi, Dünya Tarihinden sözederken, Antik Tarih ile Modern Tarih arasına bir Orta Çağ koyar. Bu; dünya için değil sadece Avrupa için geçerlidir ve 395 veya 476 yıllarından başlayıp 1453’e kadar uzanır. Klasik tarih tarafından, imparatorlukların yıkılıp derebeyliklerin hüküm sürdüğü dönem olarak nitelenen bu Orta Çağ; Roma Medeniyeti ile Modern Çağ arasında sadece Avrupa’da yaşanmıştır. Bu tip Orta Çağlar, doğunun iki Antik Medeniyet arası dönemlerinde hep yaşandı. Örneğin; Sümer ile Akad, Akad ile Babil, Babil ile Mısır, Mısır ile Grek, Grek ile Roma, Roma ile İslam Medeniyetleri arası geçiş dönemlerinde Orta Çağlar vardır. Onun için, Dünya Orta Çağı yerine Avrupa Orta Çağı demek daha doğru olur. Medeniyetler’in hepsinde şehirler (kentler), köylere ve kırlara üstündür. İki Medeniyet arası dönemler ise köylerin şehirlere üstün geldiği “karanlık” dönemlerdir.

Sovyetler Birliği’nin “dağılması”ndan sonra genel olarak dünyada özel olarak da Türkiye’de yaşanan olaylar ve ilişkiler; “post-modern” ya da “global” maskeli bir Orta Çağ’a yuvarlandığımızın açık seçik göstergeleri değil mi? Bölgeciliğin, din bezirganlığının ve şövenizmin tırmanışı; 7000 yıllık gericiliğin, en ufak demokrasi ve cumhuriyet kıpırtılarını boğmak, gelinen mevcut düzeyi bile yoketmek üzere köy ve kasabalardan sonra kentlerimizi de kuşatıyor olması; derebeyler arası savaşları andıran sömürge faşizmlerinin ve bölgesel savaşların kışkırtılması; “Birleşmiş Milletler”in ve “Nato”nun emperyalist saldırılarının “Haçlı Seferleri”ni bile gölgede bırakması...

Tüm bunlar “kıyamet alametleri”ni çağrıştırıyor.

MODERN TARİH

13. yy.dan itibaren İtalya, güney Fransa ve İspanya kıyılarında, özellikle Floransa ve Marsilya kentlerindeki ön-kapitalist sermaye yoğunlaşması ve serbest rekabetçi, girişken sanayi burjuvazisinin hızla gelişmesi; dünya pazarı, uzak dış ticaret ve bu birikimlerin 16. yy.dan itibaren “kuzeyliler”in egemenliğine geçmesi; özel olarak Britanya adasının coğrafi, tarihsel ve sosyal durumu ve de diğer etkenler, kapitalizmin İngiltere’de doğup batı Avrupa’ya yayılmasına sebep olmuştur. Üzerinde kütüphaneler dolusu belge ve bilgi olduğu için kısaca değineceğim kapitalizm; dünyada ilk sosyal devrimi beceren serbest rekabetçi ve sanayici işveren sınıfı öncülüğünde, 1650’lerde İngiltere’de (ekonomi-politik pratiğiyle), 1789’da Fransa’da (sosyal pratiğiyle) ve daha sonra Almanya’da (felsefi, teorik ve bilimsel birikimiyle) bir düzen olarak hayat buldu.

19. yy sonlarında Kuzey Amerika’ya da yayılan kapitalizm; 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren uluslararası emperyalizm sentezine vardı. Kapitalizm evresinde Avrupa’da görühlen anti-kapitalist ve sosyalist ayaklanma ve devrimler; emperyalizm aşamasından sonra, “doğu” denen sanayileşmemiş ve sömürülen halkların yaşadığı ülkelere kaydı. 1917’de Sosyalist Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu, Çin Halk Cumhuriyeti, doğu Avrupa Sosyalist ve Halk Cumhuriyetleri, Kore, Küba ve Vietnam Halk Cumhuriyetleri’nin kuruluşu izledi. Böylece, Modern Tarih’in ikinci bölümü olan Sosyalizm Çağı (iki adım ileri, bir adım geri de olsa) başladı. Gördüğümüz gibi, Modern Tarih de iki evreye; Kapitalizm ve Sosyalizm çağlarına ayrılabilir.

Kapitalizm; 14. ve 15. yy.lardan itibaren, toplumların ekonomik yapılarında derinlemesine ve genişlemesine egemenleşirken kendi politika, din (laiklik), kültür, sanat, edebiyat, estetik yapı ve anlayışlarını da filizlendirip geliştirdi. 15. ve 16. yy.larda Rönesans ve Reform ile filizlenen, “Aydınlanma Dönemi” ile gelişip Burjuva Demokratik Devrimlerle kurumlaşarak yaygınlaşan burjuva politika ve kültür-sanatı; Aristokrasinin, derebeyliğin, tefeci-bezirganlığın ve Orta Çağ karanlığının Asker-Banker-Yunker politika ve kültür-sanatı karşısında yeni, genç ve devrimcidir.

Kapitalizm, daha doğarken, işçi sınıfını da doğurmuştu. Serbest rekabetçi ve sanayici burjuvazi, 17. ve 18. yy.larda iktidara yürürken arkasına taktığı işçi sınıfına ve tüm halka “iş, ekmek, özgürlük, eşitlik ve adalet” vadetmişti. İktidara gelen burjuvazi, karşısında işçi sınıfını bulunca; daha yeni iktidardan indirdiği, geçmiş toplumun egemen sınıflarıyla ekonomi-politik ittifaklar kurdu. 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren de Avrupa’dan başlayarak emperyalizm çağına geçildi. Ulusal sanayici işverenlerin tekelleşmiş en kodaman zümreleriyle bankerlerin, emlak ve arazi sahiplerinin en irileri; kilise çanlarını, haham ayinlerini ve ezan seslerini politik çıkarları için “fon müziği” gibi kullanarak, “hür basın”ın şahitliğinde, uluslararası banka-holding “evliliği” ile finans-kapital olarak sentezleştiler. 19. yy sonlarından itibaren; ekonomik-politik-sosyal problemlere, krizlere ve kaosa çözüm yolları bulup toplumun tarihi-evrensel gelişiminin önünü açma görevi, fonksiyonu ve misyonu işçi sınıfına geçmiştir artık.

Bu nedenlerle, günümüzde kapitalist-emperyalist “burjuva” değerleri karşısında yeni ve devrimci olan da; işçi sınıfının sosyalist ekonomi-politika-kültür-sanat-edebiyat-estetik filizlenmeleridir. Yeni filizlenen bu alternatif yapı; insanoğlunun tarihi boyunca, ilkel sosyalizmden bu yana değerli olan ne varsa hepsinin özümlenerek yenileştirilmesini de içerir. Bu; insanlığın, tarihi - evrensel gelişiminin bir sonucudur. Görüldüğü gibi, soyut bir “ekonomi-politika-kültür-sanat-edebiyat-estetik” değeri ya da kavramı yoktur. Örneğin; kapitalist-emperyalist düzen içindeki bir toplumda, bir tarafta işveren ve rantiye sınıflarının politikası ve kültür-sanatı vardır, diğer tarafta işçi sınıfının içinde yeni yeni filizlenenler ve halkın tarihten getirdikleri. Belirleyici olan bunlardır.