Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

22 TEMMUZ SEÇİMLERİ VE DAYATAN DEVRİMCİ GÜÇBİRLİĞİ

Yazar Sarp Kuray
06 09 2007

22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde, 1980’den bu yana 12 Eylül gericiliğinden sağlanan büyük destekle adım adım güçlendirilmiş “sivil toplum” cephesi, halk-sınıf pusulasını yitirmiş bir “ulusalcılık” karşısında zafer kazandı. Bu süreçte AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı yapabilmek için seçim öncesi başlatılan kampanyalar, sözlü, yazılı, elektronik Genel Kurmay bildirileri, cumhuriyet mitinglerine katılmış milyonlarca insanı ters köşeye yatırarak sürdürülen klasik alicengiz oyunu ve hâlâ deşifre edilmemiş ünlü “Dolmabahçe” buluşması, vb. gelişmeler, ayrı gibi görünmelerine karşın düzen ve emperyalizme teslimiyet adına birbirini besleyen “sivil toplumculuk” ve “ulusalcılık” olguları üzerinde bize yeniden bir degerlendirme yapma zorunluluğunu dayatmıştır.

Sample ImageGeçen senenin Ekim ayında kaleme aldığmız «“Ulusalcılık” – “Sivil Toplumculuk”, Dayatması Devrimcilerin Kabulu Olamaz» ve Ocak 2007’de yazdığımız “Kapıya Dayanan Kriz: Hükümet - Ordu - Halk - Sınıf” başlıklı makalelerimizde; Türkiye’nin uzak ve yakın tarihinde çok sık karşılaştığı biçimde, dışardan planlanan yeni bir “konsept dayatması” ile yüzyüze olduğunun altı çiziliyor ve bu dayatmaların iki ana ayağı konusunda net tespitler yapılıyordu. Sınıf pusulasını yitirmiş, ne idüğü belirsiz, şoven “ulusalcılık”la, egemen çevrelerin makyajladığı “sivil toplumculuk” ikilemine mahkum olmak, bunların arasında zikzaklar çizmek devrimcilerin tavrı olamaz dedik. Yine aynı yazılarımızda, Türkiye’deki devrimci-ilerici-demokrat birikiminin bu konsept dayatmaları karşısında nasıl ağır bedeller ödeyerek büyük bir deneyim sahibi olduğu belirtildi ve devrimci hareketin kuşaktan kuşağa aktarılmış birikimler ışığında müstakil devrimci bir hattının olduğunun altı çizildi.

Ancak, 22 Temmuz’da ve önceki süreçte ve 2 yıla yakın bir süredir tartışılan cumhurbaşkanı seçimi sürecinde bir daha görülmüştür ki; sosyal demokratlardan, Kürt hareketine ve devrimci sol birikime kadar, bağımsız devrimci-sol-sosyalist bir düşünce ve davranış birliği ortaya konulamamıştır. Türkiye genelinde çok az sayıda bazı bağımsız adaylar ve bazı sol partilerin içindeki nispeten sağlıklı eğilimler dışında, ya; “sivil toplumculuğun” ya da “ulusalcılığın” kuyruğuna takılarak mevzilenilmiştir. Sonuç ortadadır. Bu açıdan 22 Temmuz seçimleri, ülkemizde solun bir yenilgisi şeklinde yorumlanamaz. Çünkü seçimlerde diğer siyasi eğilimlerden bağımsız ve organize bir sol unsur yoktu.

***

Şimdi, birikimlerimize dayanarak, süreci aceleye getirmeden solun tarifini yeniden yapma zamanıdır. Öncelikle de 1980’lerden bu yana devlet terörü altında planlı bir biçimde içleri boşaltılan bir takım temel kavramların ve süreçlerin yeniden ele alınması, ifadelendirilmesi ve bilince çıkarılması gerekmektedir. Tüm bu açılımlar ışığında sağlıklı bir düşünce ve davranış bütünlüğünün yaşama geçirilebilmesi mümkün olabilir.

Tarihsel Maddeciliğin kurucu ustaları Marx-Engels’in Batı’daki tarihsel gelişimden farklı bir süreç izlediğini gördükleri ve özellikle mülkiyet ilişkilerinin farklılığı düzeyinde derinlemesine incelenmesini öğütledikleri Doğu ülkelerinin izlediği toplumsal gelişim ve ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapılanma, önümüze iki ana orijinalite koymaktadır:

1- Bu ülkeler, kapitalizme Batı’da olduğu gibi önceki üretim tarzını kökünden kazıyan sosyal devrimlerle sıçrayamamış ve bu nedenle Doğu’nun Batı’ya, yani kapitalizme en çok bulaşmış ülkelerinde bile (örneğin Türkiye’de) tarih öncesinin ve antika tarihin en soysuzlaşmış ekonomik ve sosyal yapısı, modern çağ ile yanyana, iç içe, deyim yerindeyse üst üste katlanarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu anlamda tarihin müzelerde değil, toplumsal doku içinde yaşadığı doğu ülkelerinin bu orijinal durumu, örneğin “Türkiye’nin hem kapitalizm hem de prekapitalizm kırması ve karması melez bir toplum” oluşu gerçekliğinin atlanması; bir yandan konuya yönelik araştırmaların zaman zaman iç dinamikler sorununu bir yana itip, her değerlendirme ve açıklamayı dış etkilerle gerekçelendirme yanlışına savrulmaları sonucunu yarattığı gibi, diğer yandan bu melez sosyal yapının tüm orijinal sınıf ilişkilerini en somut biçimiyle ele alan bir strateji ve taktiğe göre doğru mevzilenmeler de gerçekleştirilememiştir.

2- Batı anlamı ile sosyal devrime kapalı ve çok çeşitli düzeylerde tekrarlara açık bu yapı, Marx’ın “en büyük üretici güç” olarak tanımladığı devrimci sınıf kollektif aksiyonu işlevinin modern sınıflar tarafından değil, kökleri sınıfsız topluma uzanan tarih ve insan üretici güçleri tarafından üstlenilmesine yol açmıştır.

Ortadoğu güncelliği içinde, yakın tarihte her somut örnekte kendini hissettiren bu sosyal gerçekliğin varlığını ilk kez Marx ve Engels belirtmişlerdir. Marx-Engels, modern tarihin, yani kapitalizmin ayırdedici, temel özelliklerini araştırırlarken; kapitalist değişim değeri üretiminin toplumun her düzeyine ve her ölçekte egemen olduğunu gördü ve gösterdiler. Diğer yanda; kapitalizm öncesi antik tarihin tümünde, ortak mülkiyetin ve kandaş toplum yapısının asıl ve temel ekonomik ve sosyal özellik olduğunu ve diğer tüm toplumsal olay, ilişki ve gelişmelerin bu temel üzerine oturduğu gerçeğini de gözler önüne serdiler. Dolayısıyla bize; dar yeniden üretim temelini kırıp, kapitalizmin geniş ölçekli üretimine geçemeyen ya da klasik geçişten farklı bir tarzda, eski üretim ilişkilerini de bağrında sürdüren toplumlardaki “tekerrür” kurgusuna ilişkin sağlam ipuçları bıraktılar.

“Bütün bu biçimlerde (Asyatik, Antik, Cermenik sınıflaması söz konusu) birey ile topluluk arasında veri olarak kabul edilen -az çok doğal, az çok tarihsel ama gelenekleşmiş- ilişkilerin ve hem işgücünün (çalışma) koşullarıyla ilişkisi bakımından hem de birlikte çalıştığı kişilerle, aynı kabileden öteki kişilerle vb. olan illişkisi bakımından, kişi için önceden saptanmış belirli, nesnel bir varlığın yeniden-üretimi, evrimin temelidir. Bu yüzden bu evrim daha baştan sınırlıdır, ama bu sınırlar bir kez aşıldı mı, çürüme ve çözülme başlar. Romalılarda görüldüğü gibi, köleliğin gelişmesi, toprak mülkiyetinde yoğunlaşma, değişim, para ekonomisi vb. Ama yine de bütün bunlar temelle bağdaşabilir bir noktaya kadar yer alıyorlardı ve bu temelin yalnızca masum uzantıları oluyorlar ya da onun ortaya çıkardığı kötüye kullanmalardan ibaret kalıyorlardı” (K. Marx-F. Engels/ Kapitalizm Öncesi Üreti Biçimleri / Sol yay. 1977. S. 31)

Bu alıntıdan çıkartılabilecek en basit sonuç, kapitalizme geçişin ön koşullarının Batılı ülkelerdeki biçimde oluşmadığı yerlerde Marx-Engels’in “temel” olarak koyduğu kandaş topluluk kurum ve ilişkilerinin -kalıntı düzeyinde de olsa- gücünü ve etkisini toplumsal doku içinde sürdürebileceğidir.

Dr. H. Kıvılcımlı, geniş tarih ve toplum olanakları çerçevesinde, Marx-Engels’in vasiyetleri doğrultusunda bu gerçekliğin bilimsel teorik izahını yaptı. Onun Tarihsel Devrimcilik adını verdiği, toplumsal sıçrama momentlerinde açıcı güç işlevi yüklenen bu tarihsel dinamikler ancak böyle bir zemin üzerinde yaşam bulabildiler.

Bu güçlerin yakın tarihimizdeki ifadesi; Genç Osman’dan bu yana III. Selim, II. Mahmut, Islahat ve Tanzimat Fermanlarından, 1908 Meşrutiyet devrimine kadar uzanan en özlü biçimde “Jön Türkler” diye tanımlanan, yukarıdan etkili müdahalecilik olgusudur. Yalnızca bizde değil, Deli Petro tipiyle göreceli de olsa Çarlık Rusyası’nda da gözlemlenen bu gerçeklik, Cumhuriyet’e geçişin tarihsel ve toplumsal koşullarında, taşıdığı melez karakter nedeniyle, çağdaş toplum yapımıza da aktarılmış, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleri bu sürecin bizim kuşağımıza taşıdığı somut örnekler olmuştur. Bu karakteristiği yeni yeni farkeden ve dikkate almaya başlayan araştırmacılar, yakın tarihte de bu aydın eylemciliğinin, yükselen burjuvazinin özlemleri doğrultusunda yol açmasından hareketle genel kurguyu ve neden-sonuç bağlantılarını gözden kaçırmakta; “silahlı ve silahsız aydın eylemciliği”ni ortak özellikleri ve sosyal sınıflarla ilişki mekanizmaları boyutunda ele alacaklarına, her dönemin “aydın eylemciliğini” ayrı bir sınıflamaya tabi tutma tutarsızlığına düşmektedirler.

Özellikle Ortadoğu ülkelerinde somutça gözlemlenen bu orijinal yapı, sosyalist sistem yıkılıncaya kadar, gerek sosyalist sistemin gerekse emperyalizmin bölgeye yönelik politikalarına da yön vermekte, bir yandan meşhur “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisi ve BAAS iktidarları ile Suriye, Mısır, Yemen, Irak vb. yaşanmış pratikler diğer yandan aşiret ve diğer geleneksel halk muhalefetlerine yapılan yatırımlar aynı yönlendirmeye açık gerçeklik üzerinde yükseltilmişti.

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 baskını ve 21 Mayıs 1963’te bastırılan ordu gençliği ayaklanma girişimlerinden sonra, bu gerçeklik karşısında gözü açılan egemen güçler; 1971’de 9 Mart’la simgelenen, etine göre budu halkçı, sömürüye ve emperyalizme karşı tutum almış devrimci potansiyeli, binbir ayak oyunu ve nihayet 12 Mart karşı-devrimi ile boğduktan sonra, 12 Eylül 1980’de de müdahale geleneğini doğrudan doğruya yönlendirmeyi başarmışlardır. Bütün bu süreçlere karşın, yani “silahlı-silahsız aydın eylemciliği” hiyerarşik düzeyde doğrudan egemen sınıf yönlendirmesi altına sokulabildiği şartlar yaşanmış olmasına rağmen, devlet sınıfları gerçekliğinden kaynaklanan kendine has karakteri nedeniyle, 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren tırmanan, 1998’de kırılmalar yaşayarak süren, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 22 Temmuz genel seçimleri süreçlerinde yeniden alevlenen “asker-sivil” çatışmasında kendini göstermektedir. Bu çatışmanın önümüzdeki günlerde devam edeceği artık herkes tarafından kabul görmektedir. Halk-sınıf pusulasını yitirmiş, eski “kadrocu” - “yöncü” zihniyetin bir devamı olan şoven “ulusalcılık” da bu sosyal gerçeklik ile oynaşarak kendisine güç ve meşruiyet arama peşindedir.

Ülkemizin tarihsel ve toplumsal gelişme süreçlerinde varlığı ve meşruiyeti tartışılmayacak kadar net olan bu sosyal gerçekliğimizin; özellikle 27 Mayıs 1960 politik devrimi ve sonraki süreçlerde emperyalizm ve yerli ortakları tarafından kontrol altına alınması, onun meşruiyet zeminini bozmuş, gelenek kirletilmiş, suça ortak edilmiş ve bir yandan; devrimci güçlere karşı uygulanan devlet terörünün, işkencenin, zulmün maşası yapılmış diğer yandan da Türkiye halkına yönelik uygulanan ve sonuçta büyük bir perişanlığı açlığı, işsizliği beraberinde getiren sosyo-ekonomik politikaların bekçisi konumuna sokulmuştur. Bugün 22 Temmuz seçimleri öncesi “Cumhuriyet kazanımları elden gidiyor” çığlıkları altında gündemleştirilen “laiklik-şeriatçılık” gerginliğinin sonuçta kime yaradığı tartışılmayacak boyutta apaçık ortada durmaktadır. Sample Imageİşçi, işsiz, köylü üreticilerimizin, kamu çalışanı, küçük sanayici ve esnafımızın; yani yoksul ve dar gelirli halk kesimlerimizin çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere güçlü bir halk dayanışması hareketi yaratılmadan ve geleneksel aydın eylemciliğinin son 40 yıldır yönlendirmeler sonucunda geldiği sosyal konum iyi değerlendirilmeden atılacak tüm adımlar ve kontrolsüz girişimler büyük bir tasfiyeye yol açacak tehlikeyi içinde barındırmaktadır. Unutmamak gerekir ki son 40 yıldır bu türden hareketler hep finans-kapital değirmenine su taşımaktan öte bir işlev görmemiştir.

Milli Mücadele’nin ve Cumhuriyet Devrimi’nin zaferle sonuçlanmasından bu yana tepelenmeye çalışılan bu “geleneksel aydın eylemciliği”nin yol açıcılığı ve koruması dışında, Türkiye burjuvazisi ne toplumsal, ne politik, ne ekonomik anlamda geniş bir örgütlenme ve olanak-kaynak yaratma misyonlarını Batı’daki anlamıyla hiç bir zaman üstlenmemiştir. İşveren sınıfının iç dinamiğiyle bir sanayi devrimini de beraberinde getirecek serbest rekabetçilik dönemini hiç yaşamadan, “devletin malı deniz, yemeyen domuz” parolası ile, millet olanakları, “çağdaşlaşma”, “batılılaşma” ve sermaye birikimi adı altında tekelleşmenin hizmetine sunulmuştur. Yerli parababaları, yeterince palazlanıp güçlendiklerini hissettikleri andan itibaren, bu çizgide kendilerine çokça hizmet veren “devletçi” anlayışı, sadece sistem sıkıştığında kullanmak ve krizlerin faturasını devletçiliğe ödetmek üzere ikincil bir konumda ellerinin altında tutmuşlardır. Böylesi ikili ve her yolun “Roma”ya çıktığı, sosyal boşluk bırakan bir zeminde ekonomi-politik iktidarı elinde bulunduran, 1940’lardan itibaren artık finans-kapitalistleşmiş diyebileceğimiz egemen güçlerin, göreceli de olsa, burjuva demokrasisi çerçevesinde bile tutarlı politikalar üretebileceğini sanmak, bu cepheden “sivil toplum” adına bir şeyler beklemek, ya da onun temsilcilerini ve politik hareketlerini “elitlere”, “statükoculara”, “despotlara” darbe indiren ve “demokrasiyi-liberalizmi” geliştiren hareketler olarak görmek, gerici finans-kapital + tefeci-bezirgan ittifakını dolaylı dolaysız desteklemekten başka bir anlam taşımaz.

Büyük birikimlere sahip devrimci ortamımızda, “sivil toplum” konusunda, iki temel gerçekliğin altını yeniden çizmek, sonraki kavram kargaşalıklarına ve bilinçli-bilinçsiz sapıtmalara engel olabilir düşüncesindeyiz:

1- III. Selim’den bu yana, etine göre budu burjuva anlamda girişken sanayiciliğin ve nispi özgürlük alanlarının gelişimi; her türlü ilericiliğin düşmanı antika tefeci-bezirgan sermayeye ve derebeyliğe karşı “yukardan” eylemlerle devlet sınıflarından, özellikle ilmiye ve seyfiyeden gelen müdahalelerle olmuştur. Bugün “sivil toplum” adına savunulan pek çok şey, beğenilmeyen “tepeden inmecilerin” eylemleri sonucunda toplumsal kazanımlar arasına girmiştir. Beğenelim, beğenmeyelim, Türkiye’nin kendi özgün toplumsal gelişim sürecinin karşımıza çıkardığı objektif durum budur.

2- Batı’daki “sivil toplum” gelişimi ve tarihsel sürecin analizi konularında, Marx’ın yaklaşımının; sivil toplumu kapitalist ilişkiler bütünü içinde açıklayan eleştirel ve olumsuzlayıcı yönünü unutmamak gerekir. Çünkü, özellikle “Doğulu” ülkelerin toplumsal mücadelesi içinde kimi aydınların ileri sürdükleri, ilk hedef olarak “Batı’nın sivil toplumuna” ulaşabilmek önerisinin tutarlılığı ancak böyle bir zeminde sınanabilir.

Bize göre Marx “sivil toplum”u burjuvazi ile işçi sınıfı arasında var olan “consensus”un sonucunda ortaya çıkmış bir “tarafsız bölge” olarak değil, burjuvazinin ekonomi temelindeki üstünlüğüne koşut olarak ele geçirdiği ekonomi-politik hegemonyanın ve kapitalist sömürünün meşrulaştırılması olarak koymaktadır.

Emperyalizm çağında bu “meşrulaştırma” ayrı ve katmerli bir anlam kazanır: Kapitalist sömürünün hemen yanıbaşında, onunla iç içe geçmiş emperyalist saldırganlığın da en “demokratik” yollardan üstünün örtülmesi gerekir. Sivil toplumun eşitlik-özgürlük alanının maddi zeminini oluşturan refahın; Doğulu “geri” ulusların milyonlarca yurttaşının kurbanlık koyunlar gibi emperyalist savaş mezbahalarında kıyılması pahasına sağlandığı gerçeğini hangi “ekonomist” ya da “sosyolog” veya “bilimci” gizleyebilir? O çok uygar zeminde modern binalara yerleştirilmiş uluslarüstü finans-kapital holdinglerinin, özellikle silah sanayi patronlarının, dünyanın mahşere dönüştürdükleri dört bucağına yaptıkları resmi/gayri resmi satışlardan ve uyguladıkları sömürüden gelen kârlar olmasa bu maddi “sivil toplum” refah zemininin yeniden üretiminin duracağı bir gerçektir. “Sivil Toplumculuk” işte tüm bu gerçekleri gözden kaçırmaya yarar. Bu olguya karşı durmaya kalkan kişi başbakan bile olsa tekerlenir gider. Gidişi sağlamada “demokratik” kurallar yetersiz kalırsa, suikastlerle işi çözüverirler. Dünyanın büyük bir kısmını kapitalist-emperyalist sistem içinde sömüren, sömürge ya da yarı sömürge kılan uluslararası tekelci kapitalizmin, silah tekelleri ve savaş tüccarlarının Türkiye gibi geri “Doğulu” ülkelerdeki en sadık ortakları, yerli finans-kapital holdingleri ve tefeci-bezirgan hacıağa gericiliğidir. Perde arkasından bu güçlerin bulup yetiştirdiği siyaset bezirganları yerli ve uluslararası “sivil toplumculuk” tarafından demokrasi şampiyonu olarak dünya kamuoyuna lanse edilir. Kısa bir zamanda benimsenerek, ilgili ülkeye başbakan ve cumhurbaşkanı “seçtirtildiklerine” şahit oluruz.

Böylesi bir “sivil toplumcu” yaklaşımı Türkiye’ye, hele 12 Eylül sonrasına uyarlamaya kalkan kafalar, 12 Eylül’ün kanlı, karanlık, işkenceli baskısını “seçkinci elitler” teorisiyle açıklayıp, arkadaki sosyal sınıf güdümünü, 24 Ocak kararlarını ve son müdahelenin bu sınıf güdümüne baştan bağlı ayırt edici niteliğini örtmeye çalışırlarken; Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan vb gibilerini de hep farklı düşünen ama “sivil” olduğu için bu düşüncelerini gerçekleştiremeyen, elinde güç olsa başka şeyler yapacak bir “demokrasi” ve “liberalizm” şampiyonu olarak sunmaya çalışmışlar, bu tekerlemeler sonucu Türkiye kapitalizminin tüm perspektiflerinin henüz tükenmediği, demokrasiyi sürekli kılmak için düzende bir istikrar unsuru olmak gerektiğini ileri süren politikalara kadar “ilerlemiş”lerdir. “Özgürlük”, “barış”, “insan hakları”, “etnik ve dinsel kimlik arayışları”, “temiz toplum”, “çetelere son”, “derin devlete hayır” gibi haklı ve masum maskelerle ortalığı kaplayıp halkın ekonomik, demokratik, sosyal ve politik hak ve özgürlüklerini yine kendisinin koruyup geliştirmesini sağlayacak örgütlenmelerin gündemden düşürülmesine ve engellenmesine aktif katkı sunmuşlardır.

İşte, 22 Temmuz 2007 genel seçimi, böyle bir tercihin altının doldurulması ve 1950’de olduğu gibi emperyalizm ve yerli ortaklarının tam desteği ile kendilerine kayıtsız şartsız bağlı siyaset bezirganlarının tek başına iktidara taşınması operasyonudur. Kendisine “ulusalcı” diyen güçler de bu büyük oyuna bilerek - bilmeyerek ortak edilmişlerdir. Türkiye’nin içinde bulunduğu konjonktüre göre nasıl sonuçlanacağı baştan belli olan cumhurbaşkanlığı seçimi “tehlikenin farkında mısınız” ve benzeri ninnilerle göz göre göre çıkmaza sokulmuş ve AKP halkın gözünde “mağdur” ve “demokrasi havarisi” konumuna getirilmiştir. Ayrıca kokusu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan entrikalarla, yılların merkez sağ partileri yerle bir edilmiştir. Bizce, bu büyük oyunun deşifre edilmesi gereken en önemli yanı Cumhuriyet Mitingleridir. Cumhuriyet Devrimine, M. Kemal Paşa’nın anti-emperyalist çizgisine sahip çıkan milyonlarca yurttaşımız, mitinglerde, devrimcilerin yokluğundan istifade ederek kürsüleri ele geçiren “kadrocu-yöncü” zihniyet tarafından, bir yandan kürt düşmanlığı ve içi boşaltılmış anti-emperyalist yaklaşımlarla bir darbe girişimine doğru yönlendirilmeye çalışılmış, diğer yandan acele pişirilen CHP+DSP “çorbası” daha ocaktan indirilmeden, mitinglerin “kahramanlarından” bazıları bağımsız adaylıklarını koyuvermişlerdir. Bu gelişmeler, mitinglere katılan milyonlarca yurttaşımızın samimi ve kararlı tutumunu etkilemiş, kafalar karıştırılmış ve pek çok kez olduğu gibi eylem toprak edilmiştir. Tüm bu gelişmeler olurken bazı devrimci kesimler mitinglere katılıp-katılmamak konusunda bir karar bile alamamışlar, tartışmalarla vakit kaybetmişlerdir.

Cumhuriyet mitingleri ve Cumhurbaşkanı seçimlerinde yaşanılan siyasal gerginlikler sürerken yapılan “Dolmabahçe Buluşması” ile yeniden ayar edilen süreçte, cumhuriyet kazanımlarını ve devrimini, M. Kemal Paşa’yı ve kuvayi milliyeci olarak görmek istediği orduyu savunan milyonlarca yurttaşımızın önüne, o güne kadar himaye edilmiş bombalı-suikastli ordu orijinli bir illegal “ulusalcı” grup tutuklanarak atılıp; “alın, işte sizin ‘ulusalcılığınız’, ‘kuvayı milliyeciliğiniz’ bu kadar!” denilmiş ve yaratılan bu siyasi ortamda “mağdur” AKP de güle oynaya sonuca gidivermiştir.

Süreçle ilgili bütün bu tespitlerimizden, bugün ülkemizde, Cumhuriyet Devrimine ve onun kazanımlarına yönelik bir tehlikenin olmadığı sonucunu çıkartmamak gerekiyor. AKP, 1950’de iktidara egemen güçler ittifakının en gerici kanalından gelen bir hareketin devamcısıdır. Metropollerde üstlenmiş modern finans-kapitalin mal-para-hizmet akışını sağlayarak tüm Anadolu’yu örümcek ağı gibi saran, geçmiş toplum kalıntısı tefeci-bezirgan hacıağaları, antik tarih boyunca yerleşip kök saldığı kasabalardan taşarak, özellikle 12 Eylül sonrası, şehirleri de kuşatmış, elinde bulundurduğu güçlü spekülatif sermayesini üretim alanlarına doğru çevirmiş, fabrikalar ve modern finans şirketleri kurmaya yönelmiştir.

50 yıl önce, dönemin başbakanı Adnan Menderes’e “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” söylemini yaptıran ekonomi-politik güç; aynı tefeci-tüccar-hacıağa sınıfıdır. Büyük sermaye grupları ile bayilik temelinde gelişen ekonomik ve siyasal fonksiyonları, 1970’li ve 80’li yıllardan itibaren, göreceli de olsa rekabet koşullarını da yaratmış ve bu zemin üzerinde yeni bir siyasal tartışma başlamıştır. Düne kadar “Hıristiyan Kulübü” dedikleri ve girmemekte kararlı gözüktükleri AB’nin bugün en baş savunuculuğunu yapmaktadırlar. Hareketin tartışmasız lideri Erbakan’dan kopuşarak AKP’yi kurmuşlardır. Bu sürecin en dikkat çekici yanı; bu tefeci hacıağalar zümresinin içindeki bütün gelişmeler, Amerikan emperyalizminin bölgede uygulamaya soktuğu “ılımlı islam” projesiyle son derece uyumlu olmasıdır. Türkiye’nin tarihindeki en köklü gerçeklerden biri, bu tefeci hacıağa zümrelerinin yabancı sermayeye deli gibi aşık olmaları ve onun ülkemize girişinin bütün zeminini hazırlamalarıdır. AKP bugün yıllarca sınanmış bu ortaklığın son temsilcisi olarak, ülkemizin emperyalizm ve yerli ortakları tarafından yüzde yüz işgal edilmesi için görev başındadır. Asıl farkında olunması gereken tehlike budur.

Cumhuriyet Devrimi; Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde emperyalizm denilen Batı gericiliğine (yabancı finas-kapitale) ve ortaçağ karanlığını temsil eden Doğu gericiliğine (yerli tefeci-bazirgan hacıağalığına) karşı kazanılmış bir bağımsızlık savaşının sonunda hayata geçirilmiş bir ileri atılım projesidir. Bundan 85 yıl önce Kuvayi Milliye denen Anadolu halk ordusunun savaş açtığı bu her iki gericilik, ülkemizin üzerine ABD’si, AB’si, NATO’su vb. ile yeniden çöreklenmiştir. Her iki gericiliğe karşı başlatılması gereken II. Kuvayı Milliye seferberliği,Türkiye halkının bağrından çıkacak, ekonomik ve sosyal adalet temelinde yükselecek bir halk hareketi sonucu geri dönüşsüz demokratik cumhuriyet ile taçlanabilir. Aksi halde çocuklarımızı ve torunlarımızı “yeniden kuvayi milliye” tekerrürüne mahkum ederiz. Bu anlamı ile Kuvayı Milliyeciliğin devrimci, Gazi Mustafa Kemal gelenekli Cumhuriyet’in kutsal bayrağı başımızdadır.

Türkiye’de devrimci, ilerici, yurtsever güçlerin kökleri çok geniş tarih ve toplum geleneklerine dayanır. Tarihsel Maddeciliğin kurucu ustaları Marx-Engels’in Doğu toplumlarını incelerken görüp gösterdikleri “toprak mülkiyetinin yokluğu” olgusu, bizim gibi halkların sosyal gerçeklik köklerimizi oluşturur. Osmanlı’nın kuruluşuna katılan ve toprak düzeninde uyguladığı kamusal mülkiyete damgasını vuran ilkel komüna yapılı, göçebe faziletinin temsilcileri, Gaziler, İlbler ve Ahmet Yesevi’nin yol verdiği Horasan erenleri köklerimizdir. Sonraki tarihsel süreçlerde toprak düzenindeki derebeyleşme ve tefeci-bezirgan hakimiyeti ile kurulan zalim ve despot düzene karşı da, yoksul köylü yığınları ve manifaktür çatılarında toparlanmış zanaatçi kesimleri yanlarına alarak ayaklanan, hep bu göçebe demokrasisinden geçen insanlarımız olmuştur.

Baba İlyaslar, Baba İshaklar, Hacı Bektaşlar, Şeyh Edebaliler, Ahi Evrenler, Şeyh Bedrettinler, Kalender Sultanlar, Pir Sultanlar, hepsi toplumsal gelişim ve değişime damgasını vurmuş, göçebe demokrasisi geleneğinin temsilcisi insanlarımızdır ve bizim tarihi köklerimizdir.

Sonraki tarihsel dönemlerde, serbest rekabetçi bir yapıya asla ulaşamamış, kişiliksiz, pısırık, acentacı “burjuva” sınıfının bıraktığı sosyal boşluğu dolduran, modernleşme ve özgürlük hareketimize öncülük yapan yine bu gelenekten gelen insanlarımız olmuştur. Bu bakımdan Resneli Niyazi Beyler, Eyüp Sabriler, Mülazım Atıflar, ulusal kurtuluş ruhunu temsil eden Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliyeciler 27 Mayıs politik devrimini gerçekleştiren ordu gençliği ve onun sembolü Fethi Gürcanlar bu gelenek zincirinin çok yakın tarihimize kadar devam eden halkalarıdır. Ve hepsi devrimci, ilerici, yurtsever güçlerin kök hücreleridir. Venezüella’da Chavez’in sahip çıktığı Bolivar ve Bolivarcılık’tan çok daha güçlü, güncel, etkin ve devrimci geleneklere sahibiz.

Bu geleneğin tarihi aynı zamanda Anadolu halkının ve alt sınıfların tarihidir. Egemen güçler tarafından şişirilmiş “kukla”larla, kontrol altına alınmış hiyerarşik eğilimler ve “devlet bürokrasisi” ile bu geleneğin ilişkilendirilmeye kalkılması zorlamaları, sivil toplumcu zihniyet tarafından; kendi küçük-burjuva kaypaklıklarının ve ağa babaları burjuvazinin sınıf sorumluluklarının gizlenmesi ve bıraktıkları sosyal boşluğun örtülmesi için, bilinçli bir biçimde yapılmaktadır. Biz, gelenek derken tarih ve insan üretici güçlerinin altını çiziyor, insan kollektif aksiyonundan söz ediyoruz.

1960’lardaki toplumsal uyanış sonucunda ortaya çıkan devrimci gençlik mücadelesi, bu gelenek içinden gelmiştir, kökleri buradadır. “1968 kuşağı” diye isimlendirilen devrimci gençlik gerçekliği; Ortadoğu toplumlarında var olan geleneksel aydın eylemciliğinden, 27 Mayıs’ın sağladığı özgürlükler ortamında, geleneksel kalıpları ile, yani devleti koruma ve kurtarma karakteri ile çatışarak, sosyalizmden ve çalışan insanlarımızdan yana tercihini koymasının adıdır. Devrimci gençliğin başlattığı mücadele biçimleri kısa zamanda işçi-köylü halk yığınları tarafından benimsenmiş ve ülkemizde işçi sınıfı ve halka dayalı, ezilen ve sömürülen yığınların çıkarlarını savunan bir sivil toplum alanı gelişmiş, yurttaşlık bilinci, kişi ve insan hakları tartışmaları yaygınlaşmıştır. Bu devrimci dalganın önünün nasıl kesildiği, silahlı meşru müdafaa zeminine nasıl itildiği, ordu fosilleri, hiyerarşisi ve bir takım taşeronlar tarafından nasıl oyuna getirildiği, eski kuşak sosyalistleriyle ilişkileri de değerlendirilerek bütün boyutları ile ele alınıp kavranmalı, bilince çıkarılmalıdır. Bu sürecin kavranması; 78 kuşağının mücadelesine ve aynı kurgular içinde nasıl yok edildiğinin anlaşılmasına da ışık tutacaktır. Çıkarılacak dersler sonucunda bu büyük birikim, kendi varlığını yeniden sahiplenerek “demokratik halk devrimi” ilkeleri ışığında toplumsal muhalefetin içinde hak ettiği yeri alacak, demokratik halk iktidarına yönelik ciddi bir örgütlenmeyi yaşama geçirebilecek güçleri derleyebilecektir.

***

Kürt hareketi, 1999’dan bu yana çok açık biçimde eşit ve özgür yurttaşlık temelinde birlikte bir gelecek oluşturmanın açılımlarını yapmaktadır. 1919’ların güncelleştirilmesi, Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Toplum Hareketi projeleri bu açılımının en belirgin noktalarıdır.

DTH projesi, hareketin önderi A. Öcalan tarafından “Tanzimat ayarında, Cumhuriyet ayarında bir gelişme olarak görüyorum, sıradan değildir, Cumhuriyetin aydınlık yüzünü esas alır, güncelleştirir. Tarihi bir hamledir. İttihat Terakki var. CHP var. Bu üçüncü partileşme hareketidir” biçiminde konularak, Türkiye Kürtlerinin, ülkenin modernleşme hareketinin içinde yer alarak yola devam etmelerini öngörmüştür... Öcalan birlikte yapılacak bu hamle için şu açılımı da yapmıştır. “1968 hareketi büyük bir hareketti, özgürlük için iyi bir adımdı, fakat sonunu getiremediler”. “Bugün Türkler, Kürtler bütün Orta doğu halkları için söylüyorum. Biraz saygılı iseler Mustafa Kemal’in devrimci kişiliğini yaşatsınlar. Eğer Mustafa Kemal’e zırnık kadar saygıları varsa, onun özgürlük kimliğini bugüne taşısınlar. Türk gençliği 1970 yılında bunu yapmak istedi ama idam edildi.”

DTH projesinin ortaya konulmasından sonra gelişen süreçte, projenin teorik ve felsefi özünden uzaklaşılmış ve emperyalist güçlerden destek alan Barzanici – Kemal Burkay’cı milliyetçi – şoven bir anlayış gidişata egemen olmuştur.

Kürt hareketi, önümüzdeki zorlu süreçte, DTH projesinin teorik ve felsefi özünü yeniden sahiplenerek, saflarına şimdilik egemen olmuş bu milliyetçi-şoven savrulmayı etkisiz hale getirmelidir. Eşit ve özgür yurttaşlık temelinde, emperyalist güçlere yaslanmadan, misakı milli sınırlarını mutlaka koruyarak birlikte bir alt yapı oluşturulmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde AKP’ye yedek güç olmaktan ve emperyalizmin bölgeye amansızca dayattığı BOP projesine eklenmekten başka bir işlerlikleri kalmaz. Bu, sonuçta birlikte yaratılabilecek Demokratik Cumhuriyet ve ortak vatan açılımına vurulabilecek büyük bir darbedir. Ve sonuç herkes için felaket olur.

***

Ülkemizin yakın tarihine damgasını vurmuş CHP, 1919’larda milli mücadelenin o amansız günleri içinde doğmuş bir partidir. Ve başlangıç koşulları itibariyle, milli mücadeleye katılan iç dinamikleri bünyesinde sentez etmiştir. Bu iç dinamiklerden belirleyici olan birinci kanal; M. Kemal Paşa önderliğinde temsilini bulan Kuvayı Milliyeciliktir. İkinci kanal ise Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinde örgütlenmiş, kişiliksiz, doldurması gereken sosyal boşluğu doldurmaktan aciz, Mustafa Kemal Paşa’nın kulaklarından çeke çeke milli mücadele saflarına kattığı burjuva sınıfıdır. Bu yapısıyla bir “Devlet Partisi” olma vasfı taşıyan CHP, sonraki tarihsel süreçlerde, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve sınıf ilişkileri değiştikçe durmadan sarsılmış ve bünyesinden yeni partiler çıkarmıştır. Sırasıyla; Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, hepsi ana gövdeden ayrılan egemen güç temsilcilerinin örgütleridir. 1950 seçimlerinde, emperyalizm destekli finans-kapital + tefeci-bezirgan ortaklığını temsil eden Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle CHP için bir daha kendisini toparlayamayacağı bir dönem başlamış oldu. Bu süreçte burjuva sınıfı ile küçük burjuva tabakaları arasında sıkışıp kalan sosyal demokrat hareket, özellikle 12 Mart sonrasında Ecevit liderliğinde bir çıkış yapmasına rağmen giderek halktan tecrit olmuş ve etkisizleşmiştir. Partiye egemen olan dar bir küçük burjuva unsurun, daima sağ kanada taviz veren devletçi, NATO’cu AB’ci şoven bir çizgi izlemeleri sonucunda da bugünkü duruma kadar savrulmuşlardır.

Samimi sosyal demokrat birikimin; önümüzdeki zorlu dönemde sağ güçlere asla taviz vermeden, kendisi dışındaki devrimci güçlerle minima program ve demokratik güçbirliği ilkelerinde anlaşarak ve dürüst bir antiemperyalist çizgi izleyerek tarihi misyonunu yerine getirebileceğine inanıyoruz. Bu cephe arkadaşlığı; ülkemizde gerçek demokrasiyi geliştirmeye yönelecek ve bugün ülkenin üzerine çöreklenmiş Doğulu + Batılı irticayı geriletme gücünü ortaya çıkaracaktır...

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yıllar önce altını çizdiği gibi;

“Türkiye halkı horoz dövüşünü tutmuyor. Milli mücadelenin çete harbinden geçip ordularla kazanıldığını biliyor. Devrimciler ordulaşın. Milli birlikten korkmayın. Bütün Türkiye’nin gerçek halkçıları birleşin.