Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

(27 MAYIS İÇİN) M.B.K. NIN "AZAMETİ VE İNHİTATI" (ULULUĞU ve ÖLÜLÜĞÜ)

Yazar Dr. Hikmet Kıvılcımlı
27 05 2007

(7 Şubat 1967, 4 Mart 1967, 30 Mayıs 1967, 20 Haziran 1967 Sosyalist Gazetesi)

27 Mayıs yaşıyor. Millî Birlik Komitesi öldü. MBK'nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 27 Mayıs'ın yaşamasındadır. Ancak, MBK'nin bir de "İNHİTAT": ÖLÜLÜĞU" vardır: MBK yaşamamaktadır. Bu yaşamayış, "Her şey gelir, geçer" felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK'nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK'ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önleyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK'nin ululuğu ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

BİRİNCİ BÖLÜM

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ’NİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi'nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristiğine değmeden geçemeyiz.

I - MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs'ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlayan birinci belge budur.

II - MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes'in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs'ın Ululuğunu ispatlayan ikinci diyalektik belge budur.

III - 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada'ya gönderilenleri, hep o "sokağa çıkma yasağına" uğratılmış halk, birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlayan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye'de "BİRLİK BERABERLİK" sözü, oldu olası her ağzın pelesengidir. 27 Mayıs bile "MİLLÎ BİRLİK" adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler "millî birliğimize karşı en büyük suikastı yapmış" kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: "millî birliğimizin en büyük sembolü" oldular. Demokrat Parti'ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14'lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)
Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) "muhalif" üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatıyla verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: "İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!". Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: "Türkiye'de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum."

MBK başkanının bu "beyanları" mı "gayrı-samimi" idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakmayacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: "Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır" haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamayacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.

b) Madanoğlu'nun temizlenmesi (finans-kapitale vuruş)

14'lerden geri kalan MBK üyeleri "BİRLİK" miydiler? Doğrusu, yalnız 14'ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamayacağı andıyla, kendilerini "millete adamış" idiler. 14'lerin atılmasıyla, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı.

14'lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu'cular? 14'lerin başında yurtdışı edilen Kabibay'ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafile kafile otomobillerle Madanoğlu'nun ültimatom çeşnili ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu'nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu'nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde "NATO" kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes'i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika'ya nispet, Kruşçof’u Ankara'ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova'ya gidecekti. DP'nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

"İçte ve dıştaki siyaset bezirganları... İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir." (9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes'e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu "Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir" diyordu. "Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı" oluyordu. İnebolululara: "Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir" diyordu. "onlar" dedikleri kimlerdi?

"Dışta" dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTALdi. "İçte" dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye'deki bankalar ve şirketler kanalıyla kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye'de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: "İçteki ve dıştaki bezirgânlar" diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Parti’yi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman'ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes-Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu "küfrân'ı niymet" kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika'ya ödetmeye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bol bol "uzman" yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye'ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye'de yaptırmak üzere sermaye ortaklıklarına elverişli "Sınaî Kalkınma Bankası"nı dahi kurdurmuştu. Türkiye'nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye'yi sevâbına savunmak için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını "UZMAN"larıyla kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu "Amerikan yardımlarını" Menderes'in sonradan "açık bir istismar" sayması nankörlüktü. Hele "istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir" tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işleyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtır çıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler her gün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnutsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika'dan ithal etmeye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs'tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes'e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. "Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen anlaşmaya göre: "Türkiye'ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi" taahhüt etmişti." (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)... Menderes, dilerse Amerika'nın "her türlü harekât"ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada'ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

"Tecavüz" olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore'de o tayin etmişti, Vietnam'da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, "tecavüz"ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir "tecavüzcü" görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyla bir "VASITA" icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: "Karda gezip, izini belli etmeyenler" toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek "belge"likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynayan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerleyen ateşli bir "aşırı" genç şöyle bağırmıştı: "Ama, Amerika'nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiye’de!" Bilgin istihbaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: "- Siz kendinizi vitrine koymaya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!"

Böyle "açık rejim" çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat'ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükümetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisörün kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür "zehir hafiye"lerinden Bay Mithat Perin'in bile "hâlâ bir cevap" aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş bir tanesi (27 Mayıs'ı anlatıyor.)

"Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün'ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy'e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamayacak ve maalesef konuşamayacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi."

"Aygün'ün Yeşilköy'e gidişi saat 21'e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün'ün bu gezisi gazetelerde: "Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı." şeklinde yorumlanmıştı.

"Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır." (Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu "hâlâ" bilmiyoruz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul'u (Türkiye'nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, "mesâi saati" dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiçbir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy'de, nedenini bilmediği bir "randevu" ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi "randevu evine" uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye'de...

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa'ya "sosyal devlet" formülü geçti. "Bu sendikacı bir ajandır" diye yeni yeni teşhir edilen kişinin "kurucu" olduğu "sosyalist" işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına "getirilen" Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak "eski"lerin "hevesleri kursaklarında kalacaktır" buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin "Beyazıt ve Kızılay meydanlarından" geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey "Üç bahtsız halka oynanan oyunlar" fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile "solcuyum!" diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore'de, Kongo'da, Lâtin Amerika'da, Vietnam'da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye'de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs'ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs'ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalci kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye'ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs'ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs'çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs'ı yapanları, Molyer'in "Zoraki Tabip" piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Koçaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

"Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa'ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

'- Tamam!..' dedi, 'kabul ederim. Tek şartla... Üç ay zarfında seçime gidilecek...'

Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

'- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmayacak." (C. Madanoğlu: İfşa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayıs’ın başı bu... 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

"Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi'ne: "Esasen önüne gelen giriyordu. İsteyen içeride kalıyor, isteyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rasgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmeyeceğini düşünerek... Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü." (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs'ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklayamıyor:

"Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu'na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir'e imza koymuş olan 4 mebus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

'- Şu evde falanca var... Onu da götürün...'

'- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur...'

Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu'na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu." (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, "kedisi köpeği ile" HALK, bütün "milyonları yutmuşlar"ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş "TOPLATMIŞ"tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: "avâmın hükmü istinafsız" olmuştu.

Bir avuç finans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dar gelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS'ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.