Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

SADIK GÖKSU: "SON ALKİBYADES" M. KAYNAK; PROF. KÜÇÜKÖMER VE AYMAZLIKLAR

Yazar Sadık Göksu
17 05 2007

... M. KAYNAK, MAH’A - MİT’E; 1967’DE Mİ, 1971’DE Mİ, 1957’DE Mİ GİRDİ?

... Biyografi’de okuduklarımız ile, 12 Mart'tan ve özellikle Madanoğlu ya da “Balon” davasından sonra, Mahir’in MAH’a girişi üzerine, daha önce kendisi ile görüşmekte olanların anlattıklarını yan yana getirdiğimizde; adı geçenin bu örgüte giriş tarihi de; bize göre, “1957” olarak, açıkça ortaya çıkmaktadır. Eğer bu sözlerimizde bir yanlışlık olduğunu iddia edecek olursa, bu iddiayı ispat etmek ve özellikle 1957’de Ordu’dan, kendi iradesi ile mi (nasıl oluyorsa), yoksa Ordu’nun uzaklaştırması ile mi, niçin ve nasıl ayrıldığını açıklamak, günümüzün pek medyatik figürü, Mahir Kaynak Bey’e düşer. Buyursun, açıklasın, ispatlasın, Hodri Meydan, bekliyoruz!..

(İlk kez Süvari dergisinin 3. sayısında yayınlanan bu yazının yukardaki paragrafı ve bazı bölümleri Süvari dergisinde eksik basılmıştır. Yazının aslı buradaki gibidir. S.G. - V.P.)

Ajan-Provokatör’lük profesörü, bir de bunun aksesuarı gibi, “İktisat Profesörü” Bay Mahir Kaynak için “Alkibyades” derken; gerçek Alkibyades’e haksızlık ettiğimi biliyorum ve onun için de, önce ondan özür diliyorum ve şimdikine hem, “Son Alkibyades” diyorum; hem de bu benzetmeyi; “” (tırnak) içinde veriyorum. Neden “Son” diyorum? Çünkü tarih tekerrür etmese de, Alkibyades’lerin kimi farklarla da olsa, sürekli yinelendiğini görüyoruz.

Türkiye’nin yakın tarihinde bir Mahir Kaynak olgusu vardır. Ama bu M. Kaynak bir değil, Alkibyades gibi, en az iki tanedir. Birincisi, 12 Mart 1971 Karşı-devrimi ve onu izleyen Ara Rejim’e kadar sözde ve bir çeşit “Pop Gapon” örneği, “Öncü ve Ajan”, “Yaman Devrimci”, düzenci sözcükle: “Devirimci”, “Provokatör” M. Kaynak’tır. İkincisi, o tarihte, “Ajan: Muhbir-i Sadık”, ondan sonra da “İktisat Profesörü” ve “Uydurma 2. Cumhuriyet’çiler”in “akıldanesi” ve “baş tacı”dır!..

Son Alkibyades”imizin, önleme ve 180 derece tersine çevirme işinde kariyerini yaptığı ünlü ”9 Mart Hareketi”, bizzat katılanların, örneğin Em. Dz. Bnb. Erol Bilbilik’in verdiği bilgilere göre, 1969 yılında örgütlenmeye başlamıştır. Bu hareket, 12 Mart 1971’e kadar gelişmiş, ama daha başlangıçta; başta M. Kaynak olmak üzere, içine sızan ajanlar aracılığıyla, 9 Mart’tan itibaren ezilmiş ve “12 Mart Karşı-devrimci Darbesi”ne dönüşmüştür.

9 Mart Hareketi’nin bu trajik dönüşümünde ve daha sonra, rahmetli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun önderliğindeki; Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Osman Köksal, Fakih Özfakih, Ahmet Güryüz Ketenci, Raif Ertem, Cengiz Ballıkaya ve daha pek çok aydın ve emekli subaydan oluşan en büyük grubun tevkif edilip zindanlara atılmasında, mahkeme önüne çıkarılıp, tutuklu olarak aylarca yargılanmasında baş rolü, Ajan-Provokatör (AP: Bu bileşik sözcüğü artık böyle simgeliyeceğiz!) Mahir Kaynak oynamıştır.

Ve işte bu Mahir Kaynak, karşı-devrimci çevrelerce, bugün topluma, “Vatan kurtaran aslan” gibi takdim edilmekte, daha acısı; başta onun oyununa gelen ve uzun süre haksız olarak hapis yatan, bir bölümü bugün de aramızda olan kimi ünlü yazar, kimi milletvekili olan aydınlar olmak üzere, “Devrimci ve İlerici”, tüm bilenlerin susması; onunla toplantılarda biraraya gelinmesi, hatta elinin sıkılması karşısında; yeni kuşaklarca da, “matah ve olumlu biri” sanılmaktadır!..

Mahir Kaynak’ı ben, 1960 sonrasında, sanıyorum, 1961’de, o zaman Doçent olan rahmetli Prof. Dr. İdris Küçükömer’in İktisat Fakültesi’nde Başkanı olduğu kürsüye asistan girmesinden sonra tanıdım. Prof. Küçükömer’in ilk eşi Olcay (nüfusunda “Uluçay” olacak, şimdi öyle deniyor, o zaman eşi de, hepimiz de, “Olcay” derdik), Felsefe’den sınıf arkadaşımdı. Felsefe öğrenciliğimde, ilk yıldan sonra sürekli olarak, Olcay ile aynı sırada oturduk. En yakın sınıf arkadaşı durumundaydım. Sık sık öğlen tatillerinde beni eşi rahmetli Prof. Küçükömer’e götürürdü.

İdris Bey, bazen bizi ana binanın bahçe girişinin hemen sağ tarafındaki “Profesörler Evi”ne götürürdü ve yemeğimizi orada yerdik. Bazen ve daha çok da dışardan sandöviç, tost vb. aldırırdı, birlikte odasında yerdik. İşte o sırada Asistan Mahir Kaynak, bazen öbür Asistan arkadaşı ile (şimdiki Prof. Dr. Asaf Savaş Akat olabilir, hiçbir zaman tanışmadık ve anımsamıyorum) gelir, hocasının, doğal ki, İdris Bey’in yanında olan bizlerin de karşımızda, saygı ile, elpençe divan durur, ders çalışmalarını anlatır, hocasının yeni talimatlarını alırdı.

O yıllarda İdris Bey; İlhan Selçuk ve Çetin Altan ile birlikte, Üniversite öğrencilerinin sık sık düzenlediği kalabalık toplantılara konuşmacı olarak katılırdı ve ayrıca, zamanın ünlü Devrimci Dergisi Yön’de sürekli olarak; sık sık da Milliyet’te, son derece etkili yazılar yazar, benzer etkili devrimci çabalarda bulunurdu. Devrimci kesimde haklı olarak büyük saygınlığı vardı ve ben de kendisini, sınıf arkadaşımın da eşi olarak, son derece sever, güvenir ve sayardım. Böyle bir Hoca’nın asistanına, çömezine karşı, bende güçlü bir güven duygusu doğması doğal değil midir: İşte, M. Kaynak’a da hemen aynı biçimde güvenmiştim.

Bu güvenle, 1968’de, Dr. Hikmet Kıvılcımlı‘nın öncülüğünde İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’ni kurmamızdan kısa bir süre sonra, Mahir’in üyelik fişini, tezkiye etmek üzere imzalayarak, kendisini, Dernek üyeliğine önerdim. Ajan kimliğinin bilgisizliği içinde, İPSD’nin ilk Genel Sekreteri rahmetli Necat Tözge’ye de ısrarda bulunarak, onun da tezkiye etmesini sağladım. Necat ağabey o sırada isteksizliğini belirtmiş, ama bu haklı tutumunda, M. Kaynak’ın basit ama ilginç ve etkili bir manevrası sonunda direnememişti. Rahmetli, bu isteksizliğinin; Mahir’in ajanlığını bir olayda anlamış olmasından ileri geldiğini, olayı da belirterek, bana yıllar sonra bir söyleşimizde anlatmıştı.

M. KAYNAK ÜZERİNE 1999’DA YAPTIĞIM İLK AÇIKLAMA VE BİR YANKISI

Aralık 1996 ile Aralık 2002 tarihleri arasında, 37 sayı yayınlanmış olan Kuvayı Milliye Dergisi’ne yazı vermeye, 1998 yılı başlangıcında, Dergi’nin 8. sayısında başladım ve bu dergide oldukça sürekli bir biçimde yazılar yayınladım. Mahir Kaynak üzerine, “AP’lüğünü” de belirten, şu anda anımsadığım ilk yazılı açıklamamı da; K. Milliye’nin 1999 yılı Temmuz-Ekim aylarında çıkan, 17. ve 18. sayılarında yaptım. Değerli araştırmacı Alaattin Bilgi, Evrensel Gazetesi’nin 22.6.2000 tarihli sayısındaki, “Bir Ajan-Provokatör” başlıklı yazısında, bu yazımdan büyük ölçüde ve doğru olarak alıntılar yaptı. Ancak burada, bu ilk açıklama ve alıntılar ile ilgili olarak bir düzeltme ile, bir açıklama daha yapmayı gereksiniyorum.

İlkin, Kuvayı Milliye’de bazı dizgi yanlışlarını, hemen her dergide olduğu gibi önleyemiyorduk. Örneğin çok basit bir yanlışlık olarak, iki sözcükten oluşan “ajan-provokatör” sözcüğü, K. Milliye’de arada tire olmaksızın ve biraz daha önemlisi; bitişik olarak çıkmıştı. Açıklamalarıma ve yazıma değer verdiğini oldukça açık bir söylem ile gösteren Sayın Bilgi’nin, bu yanlışlığı fark etmemiş olması düşünülemez. Ama belki konunun önemi bakımından ve gördüğünü sadakat ile vermek için diyelim; yaptığı alıntıda, bu yanlışlığa dokunmayı, yanlışlığın sürmesi pahasına, herhalde doğru bulmamış. Bu konuda yeniden yazarken, söz konusu dizgi yanlışlığını giderme görevinin de herkesten önce bana düştüğü düşüncesi ile, bu açıklama ve düzeltmeyi yapmayı küçük bir görev sayıyorum.

Şimdi, bundan daha önemli bir açıklama ve düzeltmeye geçmek istiyorum. M. Kaynak’ın ajanlığı ve İPSD’ye üyeliği konusuna, K. Milliye’nin belirttiğim iki sayısında süren yazımda, ama hemen tümüyle; Eylül-Ekim 1999 tarihli, 18. sayıda değinmiştim. Önce, o zaman bu yazıyı yazarken, bir noktayı özellikle kapalı bırakmıştım, ama sonradan buna gerek olmadığını açıkça gördüm. Bu nedenle de daha sonra, 2006’da yayınlanan, “Kıvılcımlı Yazılar” adlı kitabımda (1), bu sözünü ettiğim “örtüye” gerek görmedim. Şimdi bu konuyu açıklayayım.

K. Milliye’deki yazımda bu konuyu şöyle açıklamıştım: “Mahir Kaynak’ı İPSD’ye ben üye kaydetmiştim.(..) Şu kadar söyleyeyim ki, ben M. Kaynak’ı, rahmetli Prof. İdris Küçükömer’den tanıyordum. “Rahmetli İdris’in, kanımca, hem de ilk günden anladığı halde, ne pahasına olursa olsun, Mahir’i kürsüsünde tutması, özellikle bir devrimci için herhalde kabul edilemez bir davranıştır. Rahmetlinin buna izin vermek ve çevresini bu konuda uyarmamakla, bana göre büyük vebali vardır. Allah taksiratını affetsin.

Mahir Kaynak, Küçükömer gibi değerli bir Hoca’nın, önemli bir dönemde çok etkili olan bir sosyalistin asistanı olmanın kredisi ile bütün ajan provokatörlüğünü rahatlıkla yerine getirebilmiştir.”

1999’dan sonra Prof. Küçükömer üzerine ve özellikle bu olaydaki tutumu bakımından yeniden ve daha genişçe düşünme olanağını buldum ve kimi duygusallıklardan da arınmış olarak daha nesnel bir sonuca vardım. Bu noktaya burada bu kadar değinmekle yetiniyorum. Konumuz bakımından; bu alıntıda üçüncü cümledeki “kanımca” sözcüğü, gerçekte sözünü ettiğim, örtüdür. “Kıvılcımlı Yazılar”da bu konuya değinirken ise, bir yerde şöyle diyorum: “Prof. Küçükömer, Kaynak’ı asistan almamalıydı, direnemiyorsa, istifa bile edebilirdi ama, hiç olmazsa, birkaç kişiye olsun söylemeliydi. Sadece ilk gün, o da kızgınlıkla evde, en yakını olan eşine, yakınarak söylemiş!...”

İDRİS KÜÇÜKÖMER VE TERZİ SITKI’NIN ÇOK FARKLI DAVRANIŞLARI

Bazı arkadaşlar, Prof. Küçükömer için, “istifa bile edebilirdi” dememi epeyce sorun yaptılar. Ben onları yanıtladım, burada yazılı olarak da yineliyeyim: Böyle bir durumda ben olsam ne yapardım konusu ayrı. Sanıyorum; ne yapacağımı, karşılaştığım bazı olaylardaki davranışımdan, bu davranışlarımın yaşantımdaki açıkça görünen etkisinden ve yaşamımın seyrinden, herkes kolayca anlayabilir. Bu tutumum da, kimi “beni”, ailemi ve çocuklarımı düşündüklerini söyleyenler ve başkaları tarafından sık sık eleştirilir, kafama da kakılır.

Bu bir “enayilik” ise, ki böyle bir “enayiliği” ben, kendimde olsun, başkasında olsun, her zaman, hem de öpe öpe başıma koyar, ona çok büyük saygı gösteririm. Ekleyeyim: Bu “enayiliklerim” bana; evet her zaman, hem de çektiğim sıkıntılar sırasında bile, anlatamayacağım kadar büyük mutluluk verdi; kim ne derse desin, bugün de veriyor. Evet, kabul ediyorum ki bunu ben yapabilirim ama, burada, başkalarından böyle bir şeyi isteyip isteyemeyeceğim sorunu ile karşılaşıyoruz.

Yalnız, sorunu doğru ele almamız gerek. “Bu davranışı herkesten istemeli miyiz?” sorunu da ayrı. Ama ben burada, bu davranışı herkesten değil, Profesör Küçükömer gibi, Sosyalizm mücadelesine ve o mücadelede de; liderliğe soyunmuş birinden beklediğimi belirtiyorum. Hemen söyleyeyim ki, özellikle bu olayı anımsadığım her zaman aklıma, yakın zamanda ölen çok sevdiğim, saydığım bir Dost’um, eski Sosyalist, benim bildiğim kadarıyla, eski TSP’li, benim tanıdığım yıllarda TİP’li, sevgili “Terzi Sıtkı”, Sıtkı Eser geliyor. Bir Profesör kadar değil ama, bir terzi esnafı, emekçisi ölçüsünde aydın olan rahmetli Sıtkı’nın başına gelen olay ve bu olaya verdiği tepki şöyle:

Terzi Sıtkı’nın dükkanı Taksim’deydi. İlhan Selçuk’tan, Turhan Selçuk’a, Çetin Altan’a, M. A. Aybar’a, Vedat Türkali’ye, Sol’un en ünlülerine kadar, pek çok kişi Terzi Sıtkı’nın dükkanına gider, ondan giyinir, bununla da kalmaz, başka zamanlarında da oraya uğrar, onunla söyleşirlerdi. 1968 yılında olması gerek, Polis bir gün Terzi Sıtkı’yı aldı götürdü. Otuz ya da kırk gün kadar Sıtkı’dan haber alınamadı. Sonunda da Terzi Sıtkı salıverildi.

Sonra olayın içyüzü sol çevrelerde günlerce konuşuldu, bazı gazetelerde de yazıldı: Polis o süre içinde Sıtkı’ya bir şeyi kabul ettirmeye çalışmış, onun için o kadar zaman alıkoymuş, ama başaramamış. Demişler ki: “Senin dükkanına Sol’un şu şu seçkinleri sık sık geliyorlar. Kuşkusuz, salt giyim kuşam değil, hatta daha çok siyaset konuşuyorlar. Biz oraya bir dinleme aleti koyacağız ve bu konuşmaları dinleyeceğiz!..” İşte ömrü halkı için mücadele ve baskılara direnme ile geçen “Terzi Sıtkı”, bu haksız isteği asla kabul etmediği için o kadar zaman hapiste ve sürekli baskı altında kalmış ama, “Peki, öyle olsun” dememiş, “Hayır” demişti! Prof. Küçükömer konusunda bunu neden anımsıyorum: O ise, ucunda hiç de ölüm ya da hapis olmayan bu direnci gösterememiş, “Peki, ajanınızı; (canlı dinleme ve Türk toplumunu karıştırma, kışkırtma, tuzağa düşürme, vb. aletinizi; asistan olarak) yanıma koyun” demişti!..

1999’da Prof. Küçükömer’in, “M. Kaynak’ın ajan olduğunu anladığı” ya da “bildiği” konusunda kesin konuşmamış, “kanımca” demiştim. Çünkü bu gerçeği bana yıllar sonra bir konuşma arasında açıklayan, İdris Bey’in ilk eşi Olcay’ın, (Sayın Uluçay Eşeli)’nin, verdiği bu bilgiyi açıklamam için ne diyeceğini bilmiyordum. Ama yazı çıktıktan sonra Olcay bana, özellikle tarihsel gerçeklerin doğru aktarılması konusundaki çok iyi bildiğim dürüstlüğüyle ve çıkışırca; “Neden ‘kanımca’ dedin?” demişti. Ben kendisine burada yaptığım açıklamayı söylemiştim ve konu kapanmıştı. Daha sonra bu konu aramızda her açıldığında da, değerli Eşeli, bu konudaki tutumunu hiç değiştirmemişti.

İşte onun için de 2006 yılında yayınlanan, andığım kitabımda konuya yeniden değinmek sırası geldiğinde, “söylemiş” diyerek, olayı “kanı” kısıtlaması olmaksızın yazdım. Olcay ile aramızda bu konuda bu kez daha ağır, gerçekten bir tartışma, hatta kırgınlık geçti ise de, o başka bir noktada olmuştu ve hiçbir zaman bu açıklama, bir tartışma konusu olmadı.

YANLIŞLARA KARŞI: İPSD’DE KOMİTELER VE BAZI ÜYELERİ

Yazının yeni bir bölümüne geçmeden, Sayın A. Bilgi’nin, yukarda andığım yazısındaki bir iki noktaya da değinmek istiyorum. Sayın Bilgi, yazısının, “Mahir Kaynak’ın geçmişi” başlıklı bölümünde, İPSD’den söz ediyor ve şöyle diyor: “Dernek Başkanı Prof. İsmet Sungurbey, Genel Sekreteri Orhan Müstecaplı’dır. Dernek, bir Halkçılık Kurultayı düzenlemek ister ve düzenleme komitesinde başkan ile genel sekreterin yanı sıra Doç. Dr. Nermi Bey ile Sadık Göksu ve Mahir Kaynak da yer alır”.

Şimdi bu iki cümlenin birincisine bir diyeceğim yok da, ikincisi için bir iki şey söylemek gerekiyor. Doğal ki Sayın Bilgi, gördüğü kaynaklara dayanarak böyle söylüyor. Kendimden başlayayım: Ben bu “düzenleme komitesi”nin üyesi değildim. Komitenin sadece bir tek toplantısına, o da -o sırada Genel Sekreter olan- O. Müstecaplı’ya gittiğim bir gün, yaptığı çağrı üzerine katıldım. Orada yaptığım bir konuşma üzerine bana bir katılımcılar listesi yapmam görevi verildi.

İkinci toplantıya bu listeyi götürdüm ve o gün listeyi vermem üzerine, Sayın Bilgi’nin anmadığı komite üyelerinden ve bu Toplantı’yı asıl önermiş ve temel dökümanları da sağlamış, ama son anda, genellikle olduğu gibi yine Dr. H. Kıvılcımlı ile anlaşamadığı için Kurultay’a da katılmayan rahmetli Abidin Nesimi’nin, kendi sanısına karşılık, benim yine kendisinden değil, Kıvılcımlı’dan yana olduğumu görmesi üzerine, “Sadık Beye artık ihtiyacımız yok” demesi üzerine, ayrılmış ve bir daha komitenin herhangi bir toplantısına katılmamıştım.

Ancak bir de son gün, Kurultay toplantısından önce, rahmetli Kıvılcımlı’nın, Prof. Sungurbey’i, Doç. Dr. Av. Orhan Arsal’ı ve beni, Kurultay’ın yapıldığı Aksaray TÖS binasındaki küçük bir odaya alarak, Abidin Nesimi’nin hazırlıkların başından beri, Komite’de Kıvılcımlı’nın azınlıkta kalması nedeniyle kabul ettirdiği, 1. Meclis 2. Grubu’nun görüşünün temel alınması önerisine karşılık, Atatürk’ün görüşünün temel alınması yönünde, uygulandığında rahmetli Nesimi’yi çileden çıkaran kararın alınmasına katılmam gibi, belki de rahmetli Nesimi’nin de öğrenmediği, pek de görünmeyen bir katılımım daha var.

Şimdi, Düzenleme Komitesi’nin üyeleri konusunu kesinleştirmeye gelelim. Bu, doğal ki, belli bir davranış için kurulmuş, geçici bir komite idi. Oysa, Dernek’in çalışmalarında, daha başlangıçta, üç ana komite vardı: 1- Düşünce, 2- Davranış, 3- Teşkilat Komitesi. En önemli olan, Düşünce Komitesi idi ve Kurultay’ın düzenleme komitesinin çekirdeğini de bu komite oluşturuyordu. Düşünce Komitesi’nin Başkanı; Dr. Hikmet Kıvılcımlı idi ve rahatlıkla söyleyebilirim ki; İPSD; gerçekte bu Komite tarafından yönetiliyordu. Davranış Komitesi’nin Başkanı, Orhan Müstecaplı idi.

Abidin Nesimi ilk Başkan, Latife Fegan ilk Genel Sekreter, Necat Tözge, Av. Nizamettin Üstündağ, ben ve birkaç kişi daha, Teşkilat Komitesi üyesiydik. Bu Komite’nin Başkanlığı, kendi içinde sorun olmuş ve çözülememişti. Bir süre sonra, Necat Tözge ve ben birlikte; kendi nedeni ile Abidin Nesimi, galiba bir iki kişi daha komiteden ayrıldık. Benim Dernek’te etkin olduğum dönemde bu Komite bir daha toparlanamadı, sonrasını bilmiyorum. Öte yandan bu, zaten taktik bir ayırımdı. İPSD’nin bir tek güçlü kişisi vardı, o da Dr. H. Kıvılcımlı idi ve hepimiz de, onun yanında olmaya çalışıyorduk. Ama o zaman da ve İPSD’de de, benim düşmanım çoktu ve Kıvılcımlı da beni gözü gibi tuttuğu halde, Düşünce Komitesi’ne hiçbir zaman üye olamadım. Prof. Sungurbey, Nermi Bey, M. Kaynak, A. Pirhasan (V. Türkali), hangi düşünce katkısı olduğunu bilmediğim, sadece bir gün Müstecaplı dayısının yanında bana, “Sen popülersin!” diye saldırdığını, bir gün de bizim gibi henüz ajanlığını bilmediği Mahir dayısının yanında, onun kışkırtması ile kravatıma yapıştığını hiç unutmadığım Kıvılcımlı’nın gibi görünen ama daha çok, Orhan Müs (Müstecaplı)’nın “otomat”larından: öğretmen Tahsin Tekin, vb. de bu komitenin üyesiydiler.

Sayın Bilgi’nin, A. Nesimi’nin anılarına dayandığı anlaşılan açıklamasındaki Düzenleme komitesi üyesi, Doç. Dr. Nermi Bey, İPSD’de olsun, komite’de olsun, ne yapardı, bir bakıma anlamak pek güç. Çok kibar, düzenli, tam bir bürokrat, görevli durumundaydı. Sol’da, sadece İPSD’nin bir döneminde göründü ve kayboldu. Bir de Em. Hv. Bnb. Gündüz Bey zuhur etmişti ki, onu da, Av. N. Üstündağ getirmişti. Gündüz Bey’in görevi de bir süre sonra bitmiş olacak ki, o da Sol’dan kaybolanlara karıştı! Mahir’i getirmenin günahının, genel olarak Sol için Prof. Küçükömer’e; ona aldanarak da, İPSD için, bana ait olduğunu belirttim.

KÜÇÜKÖMER VE MİLİTANLARI, MAHİR İÇİN KİMSEYİ UYARDILAR MI?

Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Kıvılcımlı Yazılar adlı kitabımda; “Prof. Küçükömer, Kaynak’ı asistan almamalıydı, direnemiyorsa, istifa bile edebilirdi ama, hiç olmazsa, birkaç kişiye olsun söylemeliydi” demem, birkaç arkadaşım arasında sorun oldu. Garibime giden bir nokta, bunu sorun yapan, yarım asırlık, çok sevgili dostum olan değerli arkadaşım, 1999’da Kuvayı Milliye’deki yazımı da çok iyi biliyordu ve bana, “kanımca” dediğim için, özellikle kendisi adına, mutlu olduğum bir biçimde çıkışmıştı.

Fakat burada, “hiç olmazsa, birkaç kişiye olsun söylemeliydi” demiş olmamdan, bana yanıt verilirken, ne diyeceğimi bilemediğim, bir çeşit, “şüyuu vukuundan beter” bir açıklama ortaya çıktı: İdris Bey’in o zamanki en yakın gençlik liderlerinden, herhalde rahmetli, o zamanın Devrimci yaşlılarından ve benim kanalımdan İPSD kurucusu ya da üyesi, İPSD’nin etkin üyelerinden, Kolay İlan Gazetesi Sahip ve Yönetmeni Vahap Okay’ın oğlu; epeydir görmediğim, özellikle öğrenciliğindeki duruşuyla tam bir “Devrimci”; bakışıyla bile dağlar deviren, değerli arkadaşım, Av. Öcal Okay; “İdris Bey, Mahir’in ajan olduğunu bize söylemişti” demiş!?..

Öcal’ı yıllardır görmüyorum ama, özellikle 90’lı yıllardan beri, sözünü ettiğim, yarım asırlık Sevgili Dostumdan bu süre içinde kendisi ile ilgili epey bilgi aldım. İstanbul’dan Bodrum’a gidişini dün gibi çok iyi anımsıyorum. Sirkeci’de, IV. Vakıf Han’da gidiş hazırlığı yapıyor ve “Ben Bodrum’a gidiyorum, çok yaşayacağım” diyordu. Öyle de oldu maşallah, gitmemiş olan benim gibi, çok yaşadı, daha da yaşasın. Yazıhanesini devrettiği Av. Sezai Oğuz da arkadaşımdı, Öcal bu sözü ikimize söylüyordu ve rahmetli Sezai o tarihten sonra beş yıl daha yaşadı ya da yaşamadı. Öcal sanki kahince bir açıklama yapmıştı. Ama şimdi söylediği söze ne diyelim?

Demezler mi: “Kardeşim, İdris Bey size bu açıklamayı yaptıysa, bir de, ‘Aman kendinizi ondan koruyun ama, kimseye söylemeyin. Başkaları ne olursa olsun’ mu dedi? Bu adam, diyelim ki, D. Avcıoğlu‘ların, İ. Selçuk’ların, vb. gizli 9 Mart örgütlerine girerken haberin olmadı. Peki, Türk Devrim Ocakları (TDO)’nda, Demokratik Devrim Derneği (DDD)’nde, İPSD’de, vb. birçok Sol ve Devrimci kuruluşta en yüksek görevlere getirilirken, Romanya’da yaman devrimcilik kestiği gazetelerde yazılırken olsun, bir uyarı yapman gerekmez miydi? Yapmadıysan neden? Diyelim -sanmıyorum ya!- yaptıysan; bu toplum, Aziz Nesin’in dediği gibi gerçekten yüzde elliden az, susan akıllılar ile, daha çok, “Aptal”lardan mı oluşuyordu ve oluşuyor?..

İDRİS KÜÇÜKÖMER, BU OLAYIN ÜZÜNTÜSÜNDEN Mİ KANSER OLDU?

Bu konuya çok ilginç bir ek daha yapmam gerekiyor. Kıvılcımlı Yazılar kitabım çıktıktan ve İdris Bey’in Mahir’i yanına bile bile asistan almasını eleştirmem üzerine bazı yakın arkadaşlarımın bana enikonu darılmalarına epey üzülmüştüm. Bir gün değerli yazar Demirtaş Ceyhun dostumla konuşurken bu konu açıldı. Demirtaş, “Yahu Sadık, bilirsin Fethi Naci, İdris’in en yakın arkadaşı ve hemşerisidir. İkisi de Giresun’ludur.

Ama, 12 Mart öncesindeydi (yani Mahir’in daha ipliği pazara çıkmamıştı, sg), Maden-İş Sendikası bazı Ekonomistleri ve Sosyalistleri, işçilerin eğitimi için görevlendirmiş. Kuzey-batı Anadolu’da bir yere Fethi Naci’yi ve Mahir Kaynak’ı göndermişler. Fethi Naci döndüğünde bana Mahir’i, şöyle zeki, vb. diye öve öve bitirememişti. Demek ki İdris, Mahir’in ajanlığını ona bile söylememiş?” demişti de ikimiz de şaşıp kalmıştık.

Ben sonradan bu olayın çeşitli yönleri üzerinde epey düşündüm ve şu sonuca vardım: Temelde; böyle şeyler kolay kolay söylenemiyor. Bir kez çokları, çevresindeki herkesten kuşkulanıyor. “MİT ajanını, başka bir MİT ajanına söylersem” diye ikircikleniyor. Ama burada, İdris Bey için, bana göre şöyle bir durum da vardı. Ben sanıyorum ki; Prof. Küçükömer, yanına hem de bilerek, ajan konmasını kabul etmiş olmanın utancı içindeydi, bunu Sosyalistliğine, o zamanlarki Devrimciliğine yediremiyordu ve onun için de bu gerçeği kimseye söyleyemiyordu. Olayın mekanizmasının bir yönü bu ve biz; Profesöründen, aydınına, işçisine kadar; süreci ile de bilindiği gibi, “Karakucak” savaşıp duruyorduk.

Şu da var: Bu son düşüncem doğru ise; Prof. Küçükömer kendisini ölüme götüren kansere de, bu kadar büyük ve acı bir skandalın üzüntüsünden yakalanmış olamaz mı? Herhalde büyük bir vicdan azabı ve çok güçlü bir olasılık. Görüşlerindeki büyük değişiklik ve en azından bu değişikliği derinleştirmesi de, yüzüne bakamadığı eski arkadaşlarından tam bir kaçış değil mi? Bize göre en azından bu kesin. Yine söyleyeyim: Allah taksiratını affetsin...

“BAY PİPO”NUN DEĞERLİ ARAŞTIRMACILARI, MAHİR’İ AJAN-PROVOKATÖR’ÜN KENDİSİNE SORUYORLAR!?..

Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul adında bazı çok değerli araştırmalarda beraber çalışan iki genç yazar var. Kendilerinin 1. basımını 1997’de yayınladıkları, “Reis” adlı ve yine 1. basımını 1999’da yayınladıkları, “Bay Pipo” adlı eserlerini, başvuru kitabı olarak sürekli başucumda tutuyorum. Fakat itiraf edeyim ki, Bay Pipo’da (2), AP Mahir Kaynak ile ilgili yerde, bilinçli ya da bilinçsiz olarak açıkladıkları yöntemlerini okuduğumda, kendilerine güvenimi, hiç değilse bu konuda önemli ölçüde yitirdim. Çünkü bizim “yaman araştırmacılar”, Mahir Kaynak gibi yaman bir “Ajan-Provokatör” ile ilgili bilgileri, kitaplarına doğrudan kendisine sorarak ve eleştirisiz alıyorlar!?..

132. sayfada şöyle bir alt başlık var: “MİT’te 67’liler dönemi”! Çok ilginç ve de böyle kitaplar için çok gerekli olduğu gibi: “sansasyonel”! Ne düşünebiliyor okuyucu: “Demek, “Devrimci Gençlik” içindeki “68’liler”den önce, doğrudan MİT’te; “67’liler” varmış. Vay be!..” Ama hepten dalga geçmeyelim: Bu başlık altında, 133. sayfada açık açık, tek “tümcelik” şöyle bir paragraf da var: “MİT’te, ‘67’liler’ denilen bir grup vardı...”!

Demek yorumumuzu boşuna yapmamışız. İnsanlar her şeyi, bazen istemez görünseler bile, kendilerini de “kategorize ederler”. Onlar da, “Biz 67’li MİT’çiyiz” ya da onlara da işte öyle demişler. Ama buradaki asıl konumuzu ilgilendiren ve bilimselliğe kapkara bir kuşku bulutu düşüren, bizi de derinden üzen bölüm, bundan biraz aşağıda yer alıyor.

Yine son alıntı yaptığımız 133. sayfada, kitapta Kaynak’ın adının daha ilk geçtiği yerde şöyle deniyor: “İstanbul’da da yoğun çalışma vardı; 1967 yılında teşkilata giren en ünlü isimlerden biri de Mahir Kaynak’tı...” Buyurun, ünlü Kaynak konusunda işte çok önemli bir bilgi: Hazret, MİT’e ne zaman girmiş? 1967’de! İyi, işte bunu da öğrendik. Bu konuda olsun, artık mışıl mışıl derin bir uykuya yatabiliriz ya da uykumuzu daha da derinleştirerek sürdürebiliriz.

Hem “Araştırmacılar” verdikleri bu yaman bilgi’yi, yine aynı sayfadaki 50 sayılı dipnot ile de, özellikle uykularına çok düşkün olanlar için, sözde iyice bir “sağlamlaştırıyorlar”! Dipnot ta var ya, peki ona da bakalım mı? Canım ne güzel uyuyoruz, “Araştırmacılar” da “herhalde” ne güzel araştırmışlar, ötesi ne üstümüze elzem! Ama durun canım, bir de ona bakalım. Aaaa, çok ilginç. Buyurun:

Mahir Kaynak MİT’e girişini kitabın yazarlarına şöyle anlattı: ‘Üniversitede aktif bir öğrenciydim. Solcuydum. Ama millici bir solcu. [Vay vay vay! Bu ‘millici solcu’luğun nerenden belli? ‘AP’lüğünden mi? Biz Milliyetçiliği de çok iyi biliriz. Onların bir bölümü rahmetli Hocam Nurettin Topçu gibi ‘Gerçek Milliyetçi’, bir bölümü de, milliyetçiliği, ‘Polislik’ bilenler ya da sananlardır. Sen bu ikinci türü kastediyorsan, hiç itirazım yok. Evet sen, ‘Polis’ olduğun gibi (Polis’liğin, gerçekten topluma hizmet olduğunu bilen ve görevini bu bilinçle yapan Polis’leri tenzih ediyorum) ‘Provokatör’ olarak da, Emperyalizm ve Kapitalizm’in ekmeğine hem de tereyağı süren, TBMM Başkanı Bay Arınç’ın söylemi ile bir ‘Şeyinin şeyini şey...’sin. Kendine o zaman ‘böyle bir Millici’ süsü vermen de hiç şaşırtıcı olmaz].

(Mahir devam ediyor) O dönemde üniversitedeki bazı asistanlar -ki bunların teşkilatla ilişkisi olduğunu biliyordum- beni taciz etmeye başladılar. (MİT’e girmeden, MİT’le ilişkili olanları biliyormuş!?) Açıkça tehdit de ediyorlardı. (MİT kendisini tehdit de etmiş!) Sonra bana teklif yaptılar. Düşündüm ve kabul ettim.’” [M. Kaynak’ı MİT’e tehdit ile almışlar. Ben de öyle biliyorum. Ama çok daha önce ve başka, pek hoş olmayan bir nedenle!.. Araştırmacıların bu (AP) konusunda sunduğu pek matah(!) bilgilere ondan bu kadar üzülüyorum ya. Biraz ilerde bunu anlatmaya da sıra gelecek].

Ama yazımızın bu aşamasında, asıl ve son derece önemli nokta: Bizim yaman araştırmacıların, hem de çok önemli bir konuda, işlerini yapmak için “çok kolay bir Yöntem” bulmuş olmaları! Bu “feraset”lerinden ötürü kendilerini kutlayalım mı, yoksa tüm “araştırma”larını kaldırıp çöpe mi atalım? Birinciyi yapmayacağız ama, ikinciyi de asla. Ama neden yaparsınız be kardeşler? Çok değerli araştırmalarınıza böylece neden gölge düşürürsünüz? M. Kaynak gibi bir (AP)’e, hem de kendisi ile ilgili sorular, yine kendisine sorularak, alınan yanıtlar da araştırılıp eleştirilmeden, salt o yanıtlara dayanılarak, herhangi bir araştırmaya, katılabilir mi? O zaman o araştırma sakatlanmaz mı?..

“Araştırmacılar”, Bay Pipo’nun 152. sayfasında, yine Mahir’den dinlediklerini anlatıyorlar: “Türk Devrim Ocakları’na gelip giden Cemal Madanoğlu’nun yeğeni Hıfzı Kaçar beni 27 Mayıs’ın ünlü komutanlarından Cemal Madanoğlu ile tanıştırmak istedi. Kabul ettim. Ben o zaman Türk Devrim Ocakları’nın başkan yardımcısıydım. Madanoğlu ile yan yana gelince bana cuntaya girmemi teklif etti. Ben de kabul ettim.”

Mahir’in anlattıkları, 153. sayfaya da sarkıyor ve burada şöyle diyor: “Madanoğlu beni herkesle tanıştırdı, referansım Madanoğlu olduğu için kimse benden şüphelenmiyordu...” Mahir işte burada büyük bir haksızlık yapıyor. Senin o sıradaki referansın evet Madanoğlu idi. Ama daha önce Em. Bnb. H. Kaçar’ın seni bulduğunu söylediğin yere hangi referansla geldin? Prof. Küçükömer’inki ile değil mi? O kredi olmasa seni TDO mu, DDD mi, İPSD mi o yüksek yönetim yerlerine getirirdi? H. Kaçar mı, C. Madanoğlu mu örgütüne alırdı, söyler misin?..

Araştırmacıların kolaycılığı, örneğin 156. sayfada pek sırıtıyor ve çekilmez hale geliyor: Yine Mahir, “Bir gün Sovyet basın ataşesi, Doğan Avcıoğlu’nu ziyarete geliyor. Sohbet ederlerken –dinlenmemesi için- cebinden bir kağıt çıkarıyor ve kağıda, ‘İçinizde ajan var, bilgilerinizi istihbarata veriyor’ diye yazıyor...” diyor. Ama bu olay ve bu kitapta “Araştırmacılar”ın Mahir’den dinlediklerini söyledikleri pek çok olay, daha önceden basında birçok kez yazıldı. Solcu gibi görünen “Araştırmacılar” bu görünüşleri gereği, salyangoz sattıkları mahallede sürekli bu Kaynak’tan söz etmelerinin tiksinti yaratabileceğini hiç düşünemiyorlar mı? Yoksa bu konuda şimdiye dek hiçbir itiraz duymadığımıza göre, bu toplum artık bu kadarını da “yiyor” mu?..

232. sayfadan okuyoruz, kuşkusuz, anımsıyoruz da. Neyse ki hukuk üstün geliyor, AP (Ajan-Provokatör)’ün verdiği bilgiler geçersiz sayılıyor ve suçlananlar beraat ediyorlar. Yazarlar şöyle diyorlar: “Mahir Kaynak sonrasını şöyle anlatıyor: ’12 Mart mahkemelerinde ben tanık olmak için mecburen kimliğimi açık ettim. Açığa çıkarılan adamın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Günlerce evden dışarı bile çıkamadım”!..

Aynı sayfada Talat Turhan’ın da şu değerlendirmesi veriliyor: “Balon Operasyonu’nda ajan harcandı, ama dava beraatla sonuçlanınca kabak değil de balon Mahir Kaynak’ın başında patladı. Zor ve sıkıntılı anlar yaşayan eski ajan kuralı bozan teşkilatını kural dışı da olsa sürekli eleştirdi...” Yine aynı sayfada ve sonrasında M. Kaynak da şöyle diyor: “Benim bertaraf edilmem onların kaybı olacaktı. O yüzden hiçbir şey yapamadılar. Belki de şansım var, belki de ömrüm uzundu, bilemiyorum.”

Bu satır aralarında hiçbir şey yok mu? Mahir’in bertaraf edilmesi onların nasıl bir kaybı olacaktı? Biz söyleyelim: Bu, yukarda T. Turhan’ın söylediğinden öteye “harcama”, MİT için israf olacaktı ve bunu yapmadılar. Ondan, daha geniş bir platformda yararlanıyorlar. Mahir “Şecaat arzederken” bunu açıkça söylemiyor mu?.. Bir örnekten küçük bir detay: Mahir, Aydın Menderes’in Danışmanı olup da, rahmetli “Polis Haydar” İbrahim Saka’yı da kendine “danışman” aldığında, Haydar’ın bize söylediği gibi, ona ne demişti: “Yine eskisi gibi yapacağız!” değil mi?.. Eh, yapadurun. Buna karşı, biz de eskisi gibi yapacağız. Öyle değil mi?..

M. KAYNAK, MAH’A - MİT’E; 1967’DE Mİ, 1971’DE Mİ, 1957’DE Mİ GİRDİ?

Yukarda gördük: Mahir, büyük bir “meharetle”, “Bay Pipo” kitabının yaman araştırmacılarına, “MİT’e, 1967’de girdiğini söylüyor ve onlar da bu dolmayı kitaplarına pek matah bir gerçek gibi koyuyorlar. Hem öyle ki; MİT’te bir 67’liler grubu varmış. Mahir de onlardanmış. Hani fındıkçılar reklamda: “Yersen!” diyorlar ya, işte öyle. Biz yemiş gibi yapmış, sadece, dilimizin altında bir şey olduğunu da ayan beyan hissettirirce, biraz dalgamızı geçmiştik.

Biz saygısız değiliz ama, bize saygısızlık yapılır, “Yersen!” derce, hem de gözümüze bakarak, “Son Alkibyades” gibi bir Ajan-Provokatör ile ilgili bilgiler, kendisine sorularak, hiç bir eleştiri süzgecinden de geçirmeden önümüze konur da “Buyrun!” denirse; bu hem bize, hem kendine, hem de doğrudan “Araştırmacılığa” yapılan saygısızlığı, izninizle, bu kadar olsun işte böyle karşılarız!..

Şimdi elimizde, 2006 yılında yayınlanmış bir kitap var. Adı: “Derin Devlet (Tanımlanamayan Güç)”. Bu kitabı iki kişi yazmış. Birinin adı; Ömer Lütfi Mete, öbürününki de, Mahir Kaynak(3). Bu kitabın konumuzla ilgisi: Kitapta yazarların verilen biyografileri. Doğal ki onlardan, sadece Bay Mahir Kaynak’ın Biyografisi! Ne mi olabilir, hem de bu kitaptaki gibi kısacık bir biyografide? Neler olmaz ki! Yalnız sevgili okuyucularım, lütfen sıkı durun, heyecanlanıp ya da hiddetlenip ya da komedi izliyormuş gibi keyiflenip (keyiflenin doğal ki, ama yine de elden geldiğince ölçülü olun), öyle yerinizden filan zıplamayın!

Lütfen, uçak kalkışında olduğu gibi, bir daha kendinizi kontrol edin. Eh, artık söyleyebilirim: Bay Kaynak, MİT’e girişi ile ilgili olarak, ya 1999’da verdiği tarihi unutmuş ya da, kuşkusuz bizim için çok daha vahimi: “Yerler!” demiş. Bir daha anımsayalım, hatta elimizdeki alıntıya bakalım. İnanmayan “Bay Pipo” kitabını alsın, ona baksın: Bay Kaynak, MİT’e ne zaman giriyordu? 1967’de değil mi? Bakın buradaki “Biyografi”de bu tarih ne olmuş; uzatmayalım: tam, 1971 olmuş!..

Mahir Bey, Biyografi onun değil mi, oynayıp duruyor. Hem de toplum önünde, olur mu, olmaz. Ama artık onun ajan-provokatörlük’ten (Birçok pespaye iş gibi, bu da, hem de “saygın” bir meslek oldu demek!) kariyeri var ya; kokusu burunları kıran pislik satıyor, gericisi, sözde ilericisi, “mis gibi!” diyor, alıyor, saygılarını da sunuyor. O da ol diyor, oluyor! Burası Türkiye, “Yerler efendim, fındık gibi yerler”. Okuma yazma bilen kaç kişi?..

Sen bir kitap yaz, adam okursa ya onu okur ya da öbürünü. Ama karşılaştırma işi; başka, az daha ileri bir işlemdir. Onu yapan bulunmaz. Hatta bulunsa bile, adam herkesin kabul ettiği bir şeyden şüphe ettiği için, kendinden şüphe eder, senin yedirdiğinden şüphe etmez. Kemali afiyetle yer, yiyiverir. Yiyemezse yutar, yutamazsa, gargara yapar. İşte böyle: Mahir Bey’in MİT’e girişi de, artık 1967 değil, 1971 olur. Olmuştur da. Hem; Zaman, Yeni Şafak, hatta Radikal, vb. birçok gazete de böyle yazar. Adam masaya, “Pezevenk” yazmış, sonra ne yapmış? Para ile yazıyı kapatmış. Bu kadar gazetenin yanında üç-beş kuruşun, gerçeği örtmede, değiştirmede sözü mü olur? 1967 de, artık değişmiştir, 1971 olmuştur! Daha uzun lafa gerek var mı?..

“Son Alkibyades” bunu neden yapıyor? Çok ilginç; hem kariyeri AP’lük, o sayede ünlü, hem de, adam yine de “kariyerinden” rahatsız! Ünlü olayım, iyi, ama o ünü kazandığım iş unutulsun, diyor. “O çirkin, menhus işi” unutturmanın olanağı yok. O zaman o Ajan-Provokatörlük (AP’lük) görevinin süresini olabildiğince kısaltmak, önemsizmiş gibi göstermek, silikleştirmek istiyor. Biyografisine bu “işi” şöyle yazmış: “1971 yılında MİT’e atandı ve 1980’de buradan emekliye ayrıldı”!

“Bay Pipo”nun araştırıcılarına da, biçim bakımından benzer bir şeyler anlatmış ve kabul ettirivermiş. 233. sayfada şöyle deniyor: “Bu olaydan sonra resmen MİT kadrosuna geçen Mahir Kaynak Ekonomik İşler Daire Başkanlığı’na getirildi. Öylesine işlevsiz bir yere getirilmişti ki bir gün Recep Ergun’dan ‘İran’daki tavuk fiyatlarını öğrenip hükümete bildirmek’ görevini bile almıştı!”

Ne demek? Mahir, 1971’e, 12 Mart’a ya da az çok sonrasına kadar, “resmen MİT kadrosuna” alınmamış mıydı? Ekin’imiz, Kültürümüz, bilgi diye bize onun bunun sunduğu şeyler ne kadar abur cubur, miğde ya da kafa fesadına, beyinleri dumura uğratıcı, zehirleyici görüyor musunuz? Aynı kitapta, Mahir’in MİT’e girişinin nasıl verildiğine, yukardaki alıntımıza mutlaka bir daha bakmalısınız. Kitabın 133. sayfasında, “MİT’e 1967’de girdiği”, daha sonra da “marifetlerinin” geçersiz sayıldığı yazılan M. Kaynak, şimdi, 233. sayfada, zımnen, Biyografi’de açıkça: 1971’de girmiş oluyor!.. “Deşifre edilince” adam kendi söylüyor: “sokağa bile çıkamamış”! Bu olayın cezası, adamda onulmaz kompleksler yaratmış demek. Medyada akşam sabah ahkam kesiyor ama, “derununun nasıl bir mahşer” olduğunu bu yaptıkları ile durmadan ele veriyor.

Bu klinik olayı daha çok tahlil etmeyi artık tıp uzmanlarına bırakmayı yeğliyoruz. Şimdi Bay Kaynak’ın yalanlarının en önemli yanına geçiyoruz. Şunu da bir kez daha ve açıkça söylemekten kendimizi alamıyoruz: Konumuz ile ilgili olarak eşeledikçe, “Bay Pipo” ya da “MİT” araştırıcılarının, Mahir ile ilgili açıklamalarının, bu Bay’ın kendisi ile doğrudan ya da dolaylı bir anlaşma ile, hazret’in reklamını ve propagandasını yapmak üzere kaleme alındığından gittikçe daha çok kuşkulanıyoruz.

Yine, “Derin Devlet”teki Biyografi’den hareket ediyoruz. Şöyle diyor: “1948 yılında Kuleli Askeri Lisesi’ne girdi. 1953 yılında Harp Okulu’nu bitirdi ve 1957’de askerlikten ayrıldı”!.. Mahir, 1953’te subay çıkıyor ve dört yıl bitmeden askerlikten ayrılıyor. Daha bu kadarı bile asıl “bit yeniği”nin burada olduğunu, bu satırları okuyan herkese göstermiyor mu?.. Ama durun, bizim bu konuyu daha derinleştiren ve açıklayan bir de duyumumuz var.

Bu duyumumuz, “Beni Cemal Madanoğlu ile tanıştırdı” dediği, Paşa’nın yeğeni, rahmetli Hıfzı Kaçar’dan. İlkin Mahir’i İPSD’ye sokan kişi olarak da bizim, özellikle Sosyalizm boyutu ile olayların boylu boyunca içinde olduğumuzu yinelemeye gerek olmasa gerek. Ben İPSD’ye Prof. Sungurbey’i de, Av. Orhan Arsal’ı da, Tabii Senatör Kadri Kaplan’ı da daha başkalarını da sokan, Kıvılcımlı ile birlikte bu kuruluşun en aktif üç kurucusundan biri, DDD’nin üyesi, Mahir’in Başkan vekili olduğu TDO’nun da, ondan çok önce, o kuruluşun en zorlu günlerinde, 1958 sonrasında, 29 Ekim Ocağı kurucusu ve Başkan vekiliyim. O yılların aktif, devrimci bir sendikacısı, Öğretmen olarak da Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’ün de yine aktif bir üyesiyim.

İşte Hıfzı Kaçar ile ben de, bu kişiliğim ile tanıştım. Birbirimizin evlerimize gidip geldik. Kendisini rahmetli Abidin Nesimi’nin evine de ben götürdüm. Bir gün Marks konusunda belki beni de Mahir gibi örgütlerden sanarak, kendisinin de bu örgütlere ya da görevlere yabancı olmadığını göstermek için, hakaretamiz bir söylem kullanınca, kesinlikle kuşkulandım. Ses çıkarmadım, fakat kendisi ile ilişkimi kestim. Ölümünden sonra, Cemal Paşa ile yakın ilişki içinde geçirdiğimiz son yılı içinde, bir gün yeğeni Hıfzı Bey hakkındaki kanısını sorduğumda; “O da Mahir ile ne işler çevirmiş bilmiyorum” demesi ile, bu konudaki kuşkumda da birleştiğimizi görmüştüm.

İşte o ilişkimiz sırasında Hıfzı Bey ile, kuşkusuz M. Kaynak’ı da konuştuk. Bana söylediği ve şimdi açıklayacağım şeyi, o tarihlerde, Prof. Sungurbey’den de, bazı başkalarından da duymuştum. O sırada, daha sonra MİT tarafından deşifre edileceğini aklına bile getirmeyen M. Kaynak, demek ki mazisindeki bir pürüzü, belki de “şecaat arzetmek” kabilinden bazı kimselere açıklamıştı. Biyografi’sinde “askerlikten ayrıldı” diye bu ayrılışı örtülü ve masum bir biçimde anlatıyordu ama, kazın ayağı öyle değildi.

Daha canlı olarak, Hıfzı Bey’in anlatımı ile anımsadığıma göre, Mahir Kaynak, askerliğinde bir suç işlemişti ve bu nedenle, Ordu’dan uzaklaştırılmış, ama bununla bırakılmamış, suçunun cezasını çekmesi yerine, MİT’e, daha doğrusu o zamanki adıyla, MAH’a girmeye zorlanmıştı ve o da ister istemez bunu kabul etmişti.

İlginç bir biçimde, “Bay Pipo” yazarlarına, MİT’e 1967’de girdiği öyküsünü anlatırken de; MİT ya da MAH’çıların, kendisini taciz etmeye başladığını söylüyor, “Açıkça tehdit de ediyorlardı. Sonra bana teklif yaptılar. Düşündüm ve kabul ettim” diyerek; MAH’a zorunlu olarak gerçek girişi ile; “kan tutmuşcasına” çakışan bir senaryo sunuyor!..

Biyografi’de okuduklarımız ile, 12 Mart'tan ve özellikle Madanoğlu ya da “Balon” davasından sonra, Mahir’in MAH’a girişi üzerine, daha önce kendisi ile görüşmekte olanların anlattıklarını yan yana getirdiğimizde; adı geçenin bu örgüte giriş tarihi de; bize göre, “1957” olarak, açıkça ortaya çıkmaktadır. Eğer bu sözlerimizde bir yanlışlık olduğunu iddia edecek olursa, bu iddiayı ispat etmek ve özellikle 1957’de Ordu’dan, kendi iradesi ile mi (nasıl oluyorsa), yoksa Ordu’nun uzaklaştırması ile mi, niçin ve nasıl ayrıldığını açıklamak, günümüzün pek medyatik figürü, Mahir Kaynak Bey’e düşer. Buyursun, açıklasın, ispatlasın, Hodri Meydan, bekliyoruz!..

Bu tarih saptamamızı, tam olarak değil, ama dört yıl sonrası ile doğrulayan bir gerçek daha var. “Neden dört yıl sonrası?” denecek olursa, çünkü o, 1961 tarihi, Mahir’in, Mah’a girişi olarak değil, ama, İktisat Fakültesi’nde, o zaman Doçent ama Kürsü Başkanı olan rahmetli İdris Küçükömer’in yanına, asistan olarak giriş tarihi olarak bilinmektedir. K. Milliye’de de, Kıvılcımlı Yazılar’da da yazdığımız gibi, o gün evine gelen rahmetli Küçükömer, “Yanıma ajan koydular!” diye içini dökmekten kendisini alamamıştır. Özenle yıllar değiştirilerek gizli tutulan bir konu herhalde ancak bu kadar aydınlatılabilir. Bir yanıt varsa, bekliyoruz.

EROL BİLBİLİK’İN MAHİR KAYNAK KONUSUNDAKİ YANLIŞLARI

Em. Dz. Bnb. Erol Bilbilik, benim çok beğendiğim, sevdiğim bir yazar ve aynı zamanda, son yıllarda pek görüşemesek de, değerli bir dostumdur. Ama Ankara’da, Cumhuriyet tarihimizin bence en büyük, Ermiş diyebileceğim Şehidi, rahmetli Fethi Gürcan’ın değerli çocuklarının, ardıllarının çıkardığı, benden de yazı istedikleri, ama bu yazıya dek yanıt veremediğim, “Süvari” dergisinin, Ocak-Şubat 2007 tarihli 2. sayısındaki, “9 Mart Hareketi ve CİA Kuşatması” başlıklı yazısında, özellikle bazı noktalarda, ne yazık ki, bildiğim ve çok beğendiğim düzeyini tutturamadığını gördüm.

Dergi bana, 24.1.2007 tarihinde gelmişti, hemen E. Bilbilik’in yazısını okudum ve bazı önemli noktalarda hayal kırıklığına uğrayarak, kendisini telefonla aradım. Eleştirilerimi söyledim. Her zamanki dost, nazik tutumu ile karşıladı. Konuya girdiğimizde, yayın hayatında ve medyada aldığı mesafeden de kaynaklanan bir güvenle ilkin, görüşlerini biraz eleştiri kabul etmez bir biçimde savunmaya kalktıysa da, benim, dostluğumuza da dayanarak açıklamada direnmem üzerine tutumunda ısrarcı olmadı ve hemen her noktada anlaştık.

Fakat açıktır ki, ortada yayınlanmış bir yazı varken, bizim telefonda anlaşmamızın değeri pek ikincil düzeyde kalır. Öte yandan, ortalıkta cirit atan Bay Mahir Kaynak konusundaki bildiklerimi ve görüşlerimi anlatmayı özellikle son zamanlarda çok istiyordum. Sevgili Bilbilik’in yazısı, işte bütün bu yazıyı tetikledi, kendisine teşekkür ederim.

Eleştirilerime, Sayın Bilbilik’in, Mahir Kaynak’ın, Madanoğlu grubuna sızmasını sağlayan Hıfzı Kaçar’dan söz ederken, Kaçar için, “E. Tank Alb.” demiş olmasından girdim ve “H. Kaçar için Albay diyorsunuz” dedim. “Evet” dedi. “Hayır, Bnb.” dedim. Hiç itiraz etmedi, “Bakayım” dedi? 12 Mart’ın özellikle asker kesimlerinin en iddialı bir Uzmanının, bu kadar iyi bilinen bir konuda bile hala bir yerlere bakmaya gereksinim duyması ve biz söyleyene kadar, nereye bakacaksa, bakmamış olması doğrusu tuhafıma gitti. Hıfzı Kaçar için ekledim: “Ajan” dedim. Şaştı. “Madanoğlu da kuşkulanmıştı” dedim.

Ajan-Provokatör Kaynak konusuna geçtim. Günlüğümdeki, kısaltarak kaydettiğim notlarıma bakıyorum. Buna göre şu konuşmayı yapmışız: “Mahir Kaynak, MİT’e 1966’da girdi, diyorsunuz” dedim. “Mahir öyle diyor” dedi. “Onun dediğine bakılır mı?” dedim ve “Derin Devlet” kitabındaki biyografisinde, ‘1971’de girdim’ diyor” dedim ve bunu Biyografi’sinden okudum. “Haklısınız” dedi, görüşü için,“Şöyle” diye başladı. Sözünü kestim: “Öyle değil. Ben okuduğumu söylemeyeceğim. Bilinmeyeni; yazılmamışı söyleyeceğim” dedim.

Küçükömer’in; eşini anarak, “Yanıma ajan koydular” dediğini, Mahir’i bilerek aldığı ve kimseye de bir şey söylemediği için kendisini kınadığımı, öğrencilerinin, “Söyledi” dediğini, M. Kaynak’ın, İ. Selçuk, vb. ni hapsettirdiğini, İdris’in ve bu ajanlığı öğrenip de susan öğrencilerinin sorumlu olduğunu, yazısında Kıvılcımlı ile Küçükömer’i arkadaş yaptığını, yine Kıvılcımlı’yı İPSD’ye Başkan vekili yaptığını, bunun da yanlış olduğunu, Kaynak’ı İPSD üyeliğine benim önerdiğimi söyledim. “Söylemiştiniz ama, yazmadım” dedi? “Ben bunu kitabımda da yazdım” dedim. “Öyleyse artık yazarım” dedi? “ Teşekkür etti.

Şimdi yazıyı tekrar gözden geçirerek, eksik bir yan kalmışsa, o eksiklere de değinmek istiyorum. Gerçekten, hem eleştirip düzeltmek, hem de değerini belirtmek gereken noktalar içeren ve bir paragraf tutan uzunca bir cümlede Erol Bilbilik şöyle diyor: “1968 sonları veya 1969 başlarında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın başkan yardımcılığını yaptığı dönemde, Kıvılcımlı’nın arkadaşı Küçükömer’in önerisi ile ‘İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’ ve 1969-70’de ‘Demokratik Devrim Derneği’ üyesi yapılan Kaynak; 1967’de yine Küçükömer’in teşviki ile bir öğretim yılı için Fullbright Bursu’ alarak ABD’ye gitmiştir”.

Telefon konuşmamızın notlarında da değindim ama, şimdi daha sağlıklı bir eleştiri, düzeltme ve değerlendirme yapabilirim. İlkin, Dr. H. Kıvılcımlı, İPSD’de hiçbir zaman öyle başkan yardımcılığı filan yapmamıştır. Bunu kim uydurmuşsa, düşünmesi bile rahmetli Kıvılcımlı’ya saygısızlıktır. Hem biz hayattayız. Örneğin Sayın Bilbilik bizi tanıyor da. En azından danışılabilirdi.

Kıvılcımlı, İPSD’nin en başta gelen, tartışılmaz kurucusudur. Kuruluşta, Başkanlığı önemle söz konusu olmuştur. Ben ve Vedat Türkali, ayrı ayrı buna karşı çıktık. Benim gerekçemi Kıvılcımlı, tümüyle haklı bulmuş ve kendi Başkanlığını önerenlere karşı da görüşümü savunmuştu. Prof. Sungurbey’i üyeliğe de benim getirdiğimi yukarda da belirttim. Rahmetliyi, Kıvılcımlı’nın yanına, adeta damağını kaldıra kaldıra götürmüştüm. Sungurbey, İPSD’de ilk Başkan da değildir. Ama Ölümsüz Kıvılcımlı; Gerçek İPSD’nin her zaman için gayrı resmi, gerçek Genel Başkanı’dır. Prof. Sungurbey de kendisine her zaman son derece saygılı olmuştur.

Prof. İdris Küçükömer ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı arasında herhangi bir arkadaşlık hiçbir zaman söz konusu olmamıştır ve olamazdı da. Böyle bir şeyi yazmak, büyük bir talihsizliktir ve Türkiye’deki Sosyalizm mücadelesini, hem de Erol Bilbilik gibi iyi dilekli bir asker devrimcinin bile, ne kadar bilmediğini pek acı bir biçimde göstermektedir.

İ. Küçükömer’in eşi benim çok yakın sınıf arkadaşımdı. İdris Bey’in Üniversitedeki odasına da, evlerine de sık sık giderdim. Ben İdris’e ve eşine, Kıvılcımlı’yı çok övmüştüm. Eşine verdiğim Kıvılcımlı’nın 1960 öncesinde çıkmış bir iki kitapçığı için İdris; böyle “değersiz şeyleri” okumamasını söylemiş. Ama bir süre sonra, bir gün yine İdris Bey bana, “Kerim Sadi ile tanıştım!” diye bu tanışmadan övünçle söz etmişti! Dahası, “Sosyalist” için, sorularını Dr. H. Kıvılcımlı’nın hazırladığı, yaptığımız ve hiçbir yanıt alınamayan ve doğal ki yayınlanmayan, belki de sadece bir sınav olan bir anket için gittiğimde İdris’in yanıtı; “Bizi ihbar mı etmek istiyorsunuz?” olmuştu!

Bu konuda son bir nokta daha: Prof. Küçükömer ile ilgili olarak, Bağlam yayınlarından çıkan, Prof Küçükömer ile ilgili, “Anılar ve Düşünceler” adlı kitapta, tanınmış Mülkiyeli Hüseyin Ergün, Kıvılcımlı’nın, Prof. Küçükömer için, “Sağına sarımsak, soluna soğan bağlamalı” dediğini yazıyor ki bunu ben de kaynak belirterek, “Kıvılcımlı Yazılar” kitabıma aldım. Bir de, Kıvılcımlı’nın, Prof. Küçükömer, “Düzenin Yabancılaşması” adlı kitabını kendisine gönderdiğinde, almayarak, getirenle geri gönderdiğini biliyoruz.

M. Kaynak’ın ABD’ye gittiğini ben de biliyorum. Ama Prof. Küçükömer’in teşviki ile “Fullbright bursu” alarak gittiğini bilmiyorum, şaşmıyorum da, Küçükömer’i bundan ötürü kınamıyorum da. Kuşkusuz biraz ince bir konu. Şundan ki, o sırada TİP; üyesi Sendikacıların, AİD fonundan ABD’ye gitmesine karşı karar çıkarmıştı. Ama bu başkaydı, bir Profesör’ün asistanını eğitim için göndermesiydi. Öte yandan, sendikacılar için çıkan karar da, başta, TİP kurucusu İbrahim Güzelce’nin, o sırada söz konusu olan ABD’ye gitmesine karşı idi ve Güzelce dinlememiş, gitmişti!..

Yalnız burada, Sayın Bilbilik’in; M. Kaynak’ı, Prof. Küçükömer’in, hem de İPSD için Kıvılcımlı’ya önerdiğini, hele İPSD’ye bu öneriyi benim yaptığımı bildiği halde, yazmasını, doğrusu bir türlü anlayamıyorum. Erol Bey, “Söylemiştiniz, Mahir’i İPSD’ye sizin önerdiğinizi biliyorum” diyor. Sonra da, “Ben bunu kitabımda da yazdım” deyince. “Öyleyse artık yazarım” diyor. İlkin; niçin, doğru bildiğini yazmamış? İki şık var: 1- Ya ben, neden yazdın, bu yazılır mı? gibi bir soru sorarsam, belki de; kim bilir, inkar edersem? 2- O da birinciye benziyor ya: Diyelim ki, “Vay canına o da mı ajan ne? Mahir’i İPSD’ye sokmuş”, vb. denmesine karşı beni korumak için! Sayın Bilbilik, benim böyle şeylere metelik vermediğimi anlamamış ya da pek aşırı düşünceli diyelim.

Ama, ne olursa olsun, olayın doğrusunu biliyorsanız, onu yazmayayım diye, “Kıvılcımlı’nın arkadaşı Küçükömer’in önerisi ile” biçiminde, doğru olmayan bir şeyi uydurup yazmak neden? Bunu anlayan lütfen bana anlatsın. Kıvılcımlı: “Lenin, mükemmel olmayanı işçi sınıfının önüne koymaz” derdi. Hele siz, Mahir gibi bir Ajan-Provokatör ile mücadele ederken, adamın bunu kullanacağını düşünmeden nasıl böyle açık verirsiniz? Hareketi küçük düşürmeye hakkınız var mı?.. Sevgili Bilbilik’i fazla üzmek istemem. Bu konuya bu kadar değinerek geçiyorum.

Sayın Bilbilik yazısında daha sonra, M. Kaynak’ın ABD’de iken görevini kimin aldığı sorusunu soruyor. Bazı adlar üzerinde duruyor. Bunların Korg. Atıf Erçıkan gibi olanları da adeta deşifre edilmiş gibi hepimizce biliniyor. Yukarda ben de bir ad katıyor ve Hıfzı Kaçar diyorum ama, yine de onun ciddi bir ajan olabileceğini bile pek düşünemiyorum. Sadece, her şeyi yapabilecek biri olduğundan kuşkum yok. Bir ara, bir iki yıl mı ne, kaybolduydu. Sonra ortaya çıktığında Avrupa’da, daha çok İtalya’da kaldığını, orada, bankaların kapalı olduğu saatlerde bir sokağa, bir sandalye koyup üstüne oturarak, dövizcilik yaptığını, para kazanıp, rahat yaşadığını, öğünerek anlatmıştı.

Yalnız, çok zekiydi. Abidin Nesimi Bey, Madanoğlu Paşa’yı onun yönettiğini söylerdi ki, kabul ederim ve kolay kolay da reddedemem. Yine Abidin Bey’in, “Marksçı Açıdan Kapitalizmin Analizi” adlı, tümüyle matematik ile Marksist çözümler yaptığı son derece ilginç bir kitabı var. Habora Yayınlarından 1974’te çıkmış. Abidin Bey, “Bu kitabımı yalnız, Prof. Dr. Ahmet Kılıçbay anlar” demiş, kitabı birisiyle kendisine gönderdiğini söylemişti ve Prof. Kılıçbay’dan da herhangi bir yanıt alamamıştı. Kitaptan, Hıfzı Bey’e de bir tane vermiş. Hıfzı Bey bir gün beni evine çağırdı. Günün konusu tümüyle bu kitaptı. Okumuş, anlamış ve kimi yerleri için sorular soruyordu. Ben kendim de dahil, o kadar olsun anlayana raslamadım. Ama Hıfzı Bey’in de konuyu Abidin Bey ile görüştüğünü duymadım, ki öyle olsa, sanırım mutlaka duyardım.

Günümüzde toplumumuzda herkes için aydınlığa çıkarılması gereken “Son Alkibyades, Ajan-Provokatör” Mahir Kaynak konusunu, oldukça geniş bir perspektif içinde ele aldığımız yazımız epeyce uzadı. Bazı epizodlara da daha çok konumuzu ilgilendirdiği ölçüde değindik. Yazı içinde de belirttiğimiz gibi, herhangi bir itiraz ya da aydınlatma olursa sevineceğiz. Bekliyoruz.

Notlar:

1- Sadık Göksu, Kıvılcımlı Yazılar, El Kitapları, İst. Mart 2006.

2- Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Bay Pipo, Bir MİT Görevlisi.. Doğan Kitap, 1. Bs. 1999. İst.

3- Konuşan: Cem Küçük, Ömer Lütfi Mete - Mahir Kaynak, Derin Devlet (Tanımlanamayan Güç), Timaş Yay. İst. 2006.