Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

40 KATIR MI 40 SATIR MI?

Yazar Kuvayi Milliye Dergisi
20 02 2007

(Kuvayı Milliye sayı:19 Kasım-Aralık 1999)

İç Savaşa Hayır

Kuvayi Milliye

* Halkçılığı, ulusal/ekonomik bağımsızlığı terk ederseniz, laikliği demokratik yollarla koruyamazsınız. Elinize ‘sopa’yı aldığınız an, kime vurulacağını Koç’lar-Sabancı’lar belirler.

* Yerli-yabancı ortaklı büyük sermaye ‘sağ’ eliyle kara irticayı ‘sol’ eliyle de beyaz irticayı kışkırtıyor.

* Altı Ok bütünlüğünü ve Demokratik Cumhuriyet gerçeğini bir yana bırakarak dar bir “laiklik” anlayışını öne çıkaranlar, “sonuç”ları “neden” gibi gösteriyor.

* Demokrasi ve cumhuriyet, birbirini yadsıyan iki kavrammış gibi karşı karşıya getiriliyor.

* İşsizlik, pahalılık ve sömürüden bunalan halk tedirgin...

* Bir kısım ‘solcu’su; ikinci cumhuriyetçisi; ılımlı (gülen) islamcısı; ılımlı (‘akıllanmış’) milliyetçisi; ılımlı (çağdaş mandacı) ‘Atatürkçü’sü el, bel ve iş birliği içinde. Olağanüstü kıvrak ve esnek bir oyunun oryantal figüranları olarak, verilen “görev”i yerine getiriyorlar.

* Uluslararası tefeci, rantiye finans-kapital; ulusal cumhuriyetleri parçalamak, ‘yerinden yönetilen’ kent-şirket devletçikler kurup sömürge faşizmini bölgesel savaşla ayakta tutmak, kimi zaman demokratik, bazen despotik yollarla dünya doğasını ve insanlığı yok etme pahasına, sömürüsünü sonsuza dek sürdürmek içgüdüsüyle davranıyor. Sömürgelerindeki gönüllü işbirlikçiler “görev” için birbirleri ile yarışıyorlar.

* Kürt ve Türk şovenizmini kışkırtanlar, şimdi de irticanın ‘imtiyazsız’ olanına karşı ‘imtiyazlı’sını kışkırtarak “kaç ben kurtarayım” diyor.

* Bir yanda “laik” bir sömürü düzenini “birlik ve beraberlik” içinde sağlamlaştırmak isteyenlerin başını çektiği, drekt İsrail (dolaylı Amerika) destekli “batıcı”lar; diğer yanda cinayet ve tarikat çetelerinin başını çektiği Avrupe-Amerika destekli irtica.

* Yani; 40 katır mı 40 satır mı?

* Daha düne kadar 19 Mayıs - 27 Mayıs ruhuyla halkın gönlünde yerini almışken 12 Mart ve 12 Eylül’lere sürüklenerek uluslararası finans-kapitalin “our boys”luğuna kadar düşürülmek ve aşağılanmak durumuyla karşı karşıya kalan cumhuriyet kurumlarının mensupları, artık “şapka”larını önlerine koyup kime hizmet ettiklerini kendi kendilerine sormalıdır...”

Evet, önümüzda iki yol var; 19 Mayısların ve 27 Mayısların bıraktığı yerden başlayıp “ya istiklal ya ölüm” çığlığıyla, kuvayı milliye azmi ve örgütlenme dinamizmiyle, geri dönüşsüz bağımsız-demokratik cumhuriyet ile yaşama sarılmak ya da köleler kalabalığı olarak sürünerek ölmek...

Son AGİT ve Helsinki toplantılarında ülkemize ve halkımıza biçilen rol; Avrasya’da emperyalizmin taşeronu olmaktır. AB üyeliğine adaylığımızın bu şartla onaylandığı, Ecevit’in Helsinki’ye giderken; “Kıbrıs’ta ve Ege’de taviz verilmemiştir... Dünya’da bir Avrasyalılaşma sözkonusudur...” demesiyle de itiraf edilmiştir.

Türkiye; ABD ve İsrail’in ‘fedaisi’, emperyalizmin Avrasya - Ortadoğu ‘taşeronu’ olarak mı Avrupa Birliği’nde?

Nezih Gençler

“Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde, yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz.” (Gazi, TBMM G.C.Z. C: 1 S: 6)

Ne değişti? Değişen neydi de onlarca yıldır tüm yalvarmalara, tavizlere, ‘baskı’lara ve ‘blöf’lere rağmen nazlanan ‘Batılı dostlar’ birden bire yumuşadı ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğini kabul etti? Sistemin fazlaca etkisinde kalmış sağlı-sollu kimi çok bilmiş aydınlarımıza göre Batı, Türkiye’yi; “adam olmadığımız için”, “toplumumuz, birey olamamış insanlardan oluştuğu için”, “yeterince demokratikleşemediğimiz için”, “PKK’yle barışa oturulmadığı için”, “Kürtlerin, ulusal kaderlerini tayin hakkı, Türkler tarafından engellendiği için”, “işkencenin ülkemizde sistemli olarak devam ettiği için”, “kıyafet özgürlüğünün (türbanın) kısıtlandığı için”... dışlıyordu. Şimdi bunların hangi biri değişti de aday üyelik kabul edildi? Hiç biri değişmediyse, Batılılar, Türkiye’nin üyeliğine neden yeşil ışık yakıyor?

İç nedenler:

1- Türkiye’de etnik bölücülük, ‘Batılı dostlar’ tarafından her türlü desteği gördüğü halde, iç savaş çıkarmada başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sağlı sollu tüm kışkırtmalara rağmen ne doğuda ne de batıda halk arasında Türk-Kürt ayrımcılığı ve çatışması çıkmamış, tam tersine, Anadolu bütünlüğünde, vatanseverlik temelinde ulusalcı ve halkçı arayışlar güçlenmiştir. Gerek örgütlü-örgütsüz halk kesimlerimizde, gerekse de bazı cumhuriyetçi kurumlarımızda emperyalizm ve irticaın ekonomi-politik dayanaklarına karşı, parlamentarizmin uyuşturucu ve aldatıcı regülatörlüğünü aşan güçlü bir uyanış ve tepki oluşmaya başlamıştır.

2- Türkiye’de, gene ‘Batılı’larca desteklenen dinsel bölücülük tutmamış, oluşturulmak istenen ‘cadı kazanı’ gerçekleşmemiş, kimi batılı ‘bilgin’lerin beklediği ve umduğu mezhepler ve dinler savaşı çıkmamıştır. ‘Dinci‘ ya da ‘Laik’ maskeli çift yönlü kışkırtmalara rağmen, Anadolu halkı kardeşlik ve hoşgörü geleneklerini pekiştirmiş ve provokasyona gelmemiştir.

Amerikan, Alman ve İsrail gizli servislerinin düz kafa skolastik mantıkla hazırladıkları ve bilgisayarlarda programlayıp başımıza örmeye kalktıkları tüm bu çorapların kokusu, sahibinin sesi medyanın tüm çabalarına rağmen, buram buram çıkıyor. Ne birkaç çetenin açığa çıkarılması, ne de bazı irtica odaklarının üzerine gidilmesi, asıl efendileri maskelemeye ve ellerini yıkamaya yetmiyor.

Dış nedenler:

1- İrtica ve PKK konusunda maskesi düşen emperyalizmin Avrupa ve Amerikan kanatlarının imdadına İsrail kanadı koştu. Etkisi altındaki tüm mason ve rotaryen güçleri, halkçı olmayan bir kuru laiklik maskesiyle harekete geçirdi. Böylece bir taşla birçok kuş vurulacaktı. Laiklik savunuculuğu halkçıların elinden alınacak, Anadolu halkıyla Ortadoğu halklarının arası açılacak, Cumhuriyet Kurumlarıyla halkın arası açılacak, laiklik cilasıyla faşizm provaları yapılacak, insanlar, irticanın gelişmesinin gerçek nedenleriyle değil “laiklik elden gidiyor” sonucuyla uğraştırılarak aydınların ve halkın kafası karıştırılacaktı. Kısmen başarılı da oldular. Halkla cumhuriyetçi kurumların kucaklaşmasını önlediler. İran ve Suriye ile soğuk savaş başlatıldı. Bu arada İsrail, ‘içerdeki museviler’in sağdıçlığıyla Türkiye egemenleri ile “mercimeği fırına verdi”. İsrail, düne kadar desteklediği PKK’nın başının yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi operasyonunda önemli ve kilit görev üstlenmiş, böylece Kuzey Irak’ta, Barzani liderliğindeki “Kürt” devletinin kurulmasına önemli bir katkı yapmıştı. Bu durum, ekonomik ve özellikle siyasi açıdan dibe vuran Avrupa - Türkiye ilişkilerini düzeltmeye çalışan Almanya’yı iyice telaşlandırdı. Öteki emperyalist güçlerin Türkiye’yi taşeron olarak Avrasya’da kullanmaları, Almanya için büyük ekonomik ve askeri kayıplarla sonuçlanabilirdi... Türkiye Avrupa’nın denetiminde bir Avrasya Taşeronu olmalıydı... Oysa İsrail, partner’i Türkiye’den “emin”di. Hem askeri, hem de ekonomik anlaşmalar imzalanmıştı. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye girmesinde, İsrail açısından bir sakınca yoktu. Hem sonra işler İsrail açısından düzgün gitmezse, “Laiklik elden gidiyor” maskeli bir “SOL” cunta, yetmezse Türkiye-İran, Türkiye-Rusya savaşı; pamuk ipliğine bağlı Avrupa-Türkiye ilişkilerini koparabilirdi. 12 Eylül’ü yaptıranlar kim? Amerika ve Avrupa. İstemeyenler ise gene aynı Batılılar!

Emperyalizmin Amerikan kanadı da, Avrupa kanadı da, İsrail kanadı da Avrasya’yı işaret ediyorlar. Her üçünün projesi de, Avrasya’da, emperyalizmin sömürüsünü tahkim edici bir küreselleşmeye hizmet ediyor. Ancak bu operasyonu Amerika öncülüğünde tezgahlayanlar, -bugünlerde Türkiye’de yeni bir merkez sağ-liberal parti kurma girişimleri gündemde- ılımlı islâmı öne sürüyor, insan hakları ve demokrasi maskeleriyle ortalıkta kuş uçurtmuyorlar. Örneğin Graham Füller, İsrail projesini aceleci, fazla askeri ve tehlikeli buluyor. Ancak, tıpkı “Hitler Almanyası” gibi, günümüzün İsrail’i de emperyalizmin “haylaz çocuğu”. Söz dinlemiyor. Fethullah’ı yıpratmak için sağlı sollu her yolu deniyor. Amerika’nın desteğini alan Tayyip Erdoğan’ı yıpratmaya çalışıyor, Irak’ın hemen parçalanmasını, Türkiye, İran ve Suriye’den toprak alınarak Dicle-Fırat boylarında Kürdistan devletinin hemen kurulmasını dayatıyor. İsrail şirketlerinin GAP’tan toprak satınalmaları, İsrail’in birkaç kat’ı büyüklüğündeki Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nin İsrailli holdinglere satılmaya kalkılması, Çevik Bir Paşa’nın, Yahudi cemaatinden ödül alırken Amerika’da yaptığı konuşmada, İsrail-Türkiye ikilisinin Avrasya’da yapacak çok işinin olduğunu vurgulaması ve Rusya’nın durdurulması gereğinin üzerinde durması, ikili askeri anlaşmalar, ortak askeri tatbikatlar vs. hepsi kıyamet alametleri. Büyüyen İsrail ekonomisi ve askeri gücü, “tanrılar”dan güneşin altındaki yerini istiyor... Fazla sıkıştırılmaya da gelmiyor. Clinton’ın başına Monika belasını sarıveriyor. İsrail, insan hakları ve demokrasi konusunda Almanya ve Amerika kadar duyarlı değil. Bu konuda geçmişinin “temizliği”nden emin. Çok sıkışınca “Soykırım”ı gündeme getiriveriyor. Kendi dayatmalarını kabullenmeyen herkesi “Nazi”likle suçlayıveriyor... Oysa, İsrail istihbarat örgütlerine, Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya kadar, Susurluk’tan Türki cumhuriyetlerine kadar sorulacak çok soru olduğunu sanıyoruz. Tüm bu cinayetleri ve provokasyonları “ÇİLLER ÖZEL ÖRGÜTÜ”, “SÜPER NATO”, “KONTR GERİLLA”, “GLADYO” gibi kişileştirici, göz kamaştırıcı, yabancılaştırıcı ve korku-umutsuzluk-panik yayıcı sansasyonel adlarla uydurma örgütlere ısmarlamak ve herşeyi Amerikan emperyalizmine bağlamak bazı gerçekleri örtebilir. Örneğin Özdemir Sabancı cinayetinde, Japonya’ya karşı İtalya, Fransa ve Almanya (Avrupa) öncülüğünde kurulan, Amerika ve İsrail’in de ‘okey’lediği üçlü ittifakı görmemek, sosyal körlük ya da gerçekleri gizlemekten kaynaklanır...

Alman projesi ise; Avrasya’ya küresel sömürünün yerleştirilmesini, kendi öncülüğünde, daha “demokratik” ve sivil toplumcu maskelerle sağlamanın peşinde. Akdeniz ve Karadeniz belediyeleri koordinasyonu, yerinden yönetim girişimleri, gençlik ve demokrasinin geliştirilmesi projeleri, nükleer karşıtı ve çevreci yaklaşımlar, demokrasi maskeli yeni parti girişimleri... Bütün bunlar Alaman bombasının maskeleri. İnsan hakları ve demokrasi konusunda, partneri Amerika ile aynı sakızı çiğniyor. Oysa dün ve bugün en büyük biyoloji ve kimya silahları üreticisi Amerikan ve Alman firmaları, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve tüm dünyada “ticaret” yapıyor.

Amerikan, Alman ve İsrail çıkışlı bu üç projenin arkasında, birbiriyle oransız büyüyen finanskapital holding gruplarının güçler dengesine göre değişen çıkarları var. Avrupa kökenli büyük sermaye ile Amerikan ve diğer büyük sermaye grupları, paylaşımın oranı konusunda birbirleriyle tepişiyorlar. Avrupa, Türkiye’nin aday üyeliğini böyle bir momentte kabul etmiş, ancak bu aday üyelik, Amerika ve İsrail’in denetim, gözetim ve okey’i ile gerçekleşmiştir.

2- Türkiye ve Güney Kıbrıs’ın AB’ye alınması, İsrail için dolaysız (hem ekonomik, hem askeri hem de siyasi), Amerika için ise dolaylı (ekonomik ve siyasi) bir geri adım anlamına gelir. Ancak, Amerika ve İsrail’in, Türkiye ve Kıbrıs’ın AB üyeliğine karşı çıkması, gerek Kıbrıs kamuoyunda gerekse de Türkiye kamuoyunda İsrail’i de Amerika’yı da yıpratmaktan başka bir sonuç vermezdi. Bu nedenle, Güzelyurt ve özellikle Magosa bölgelerinin de içinde bulunduğu, Avrupa-İngiltere ve dolaylı Amerika denetimindeki Güney Kıbrıs’tan ayrı bir Kuzey Kıbrıs “Türk” bölgesinde, İsrail‘inaskeri ve ekonomik denetiminin AB’ye ve hatta Amerika’ya rağmen sağlanması şartıyla Kıbrıs adası her türlü birliğin içinde yer alabilirdi. Bu İsrail’in çıkarlarıyla çelişmez.

Önümüzdeki yıllarda, işte bu dört ayaklı ameliyat masası üzerinde, Türkiye’nin beş duyusunun ve iç-dış organlarının, tümüyle sinir sisteminin, solunum ve dolaşım organlarının “uyum operasyonları”ndan geçirilmesi planlanıyor. Türkiye’nin, iç politika’dan dış politikaya, ekonomiden silahlı kuvvetlere kadar tüm yapıları emperyalist küreselleşmeye uyumlu hale getirilecek. Bir çeşit perestroyka ve glastnost uygulaması ile bugünkü Türkiye coğrafyamızda, emperyalist metropollerde planlanıp devreye sokulan baskı ve sömürü projelerinin gereklerine uygun bir yapılanmaya gidilecek ve Türkiye de bu uygulamada üzerine düşen ya da biçilen rolü oynayacak.

Şimdi şu sorulara hangi babayiğit doğru yanıtlar verebilir? Egemenlik kayıtsız şartsız nerede ve kimlerin elinde? Yasama yetkisini kimler ele geçirmiş? Vekiller kimin vekilleri? Yürütme neyin ve kimin adına yürütme yapıyor? Yargı bağımsızlığından, Türkiye Cumhuriyeti’nden bağımsız yargı mı anlamamız gerek artık? Bu yapılanlar, beğenmediğimiz 1982 Anayasasına bile aykırı değil mi? Hani nerede “ilelebet” yaşayacak bağımsız Türkiye Cumhuriyeti? Nasıl “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyebileceğiz? Hele devamını, değil dile getirmek, düşünebilecek miyiz?

Peki ne yapmalı? Nereden başlamalı? Nasıl?

Bugün geldiğimiz durum tıpkı 1919'daki gibi: Aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmek, bütün tersanelerine girilmek, bütün orduları dağıtılmak ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmek üzere. "Gaflet, dalalet ve hatta hiyanet" kol geziyor. "İktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle" birleştirmiş. "Millet, fak'ru zaruret içinde harap ve bitap". "Misak'ı Milli", "Tevhid'i Tedrisat", "Kılık-Kıyafet", "istiklal" ve tümüyle "Cumhuriyet" ciddi tehdit altında.

Emperyalizmin güttüğü yerli-yabancı ortaklı şehir ve kasaba rantiyeleri; demokrasi ve cumhuriyet filizlerini kesip yoketmek üzere son vuruşa hazırlanıyor. Bir yandan özelleştirme, küreselleşme, 2. cumhuriyet, sivil toplumculuk, anarşizm, bölücülük, sözümona demokrasi ve yeni sol, mandacılık; diğer yandan şeriat - tarikat ve cinayet çeteleri; emperyalist güç odaklarının işgal kuvvetleri olarak görev yapıyor.

"Demode" konuları kamuoyunun gündemine getirip "değerli" zamanınızı çaldığımızı düşünüyorsanız, "ÖZÜR DİLERİZ." Ama bizler; bilimin ışığında, bilinçli ve kararlı adımlarla yolumuza devam edeceğiz. "Arkanızdayız!", “Gözlüyoruz!” “Destekliyoruz!” demek, "kör testere"den ve emperyalizme kul-köle olmaktan kurtulmaya yetmeyebilir. Kuvayı Milliye Ocakları yurdumuzun her yanında yeniden tütmeye başladı. Herşeyden önce kendiniz için, geleceğiniz için bir meşale de siz alıp yörenizde ocağınızı ateşleyin!

Cumhuriyetimizin kuruluş aşamasından gelen ilerici ve devrimci yapı "batılılaşma", küreselleşme ve özelleştirme adı altında ortadan kaldırılmak; ulusal, demokratik, halkçı, devrimci, laik, sosyal hukuk cumhuriyeti ilkeleri ve devrim yasaları yokedilmek; ülkemiz, yerli-yabancı ortaklı finans-kapitalistler ve rantiye eliyle karanlık maceralara sürüklenip parçalanmak üzere. Bu yeni bir tehdit değildir. 100 yıldır planlanan ve bize Sevr olarak dayatılan kölelik düzeni, 1917 Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin kuruluşu ve 1919-1923’de “Halk İdaresine Dayalı, Halkçılık Programlı” Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile tarihin çöp sepetine atılmış, “Doğu sorunu” dondurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde alttan alta başlayan karşı devrim, 1935’lerden sonra azgınlaşmış, 1950’lerde iktidar olmuştur. 12 Mart ve 12 Eylül ile Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin fütursuzca yokedilmesi hızlanmıştır. 1989’da günahıyla sevabıyla, emperyalizme karşı hiç değilse bir denge unsuru olan Sovyetler Birliği dağıldı. TC’nin içine düşürüldüğü durum ve SSCB’nin dağılması; bu iki olay, emperyalizmin 100 yıldır uygulama fırsatı bulamadığı projelerini yeniden gündeme getirmesi için uygun bir ortam yarattı.

Bir yandan AMERİKA ve İSRAİL’in oyunları, diğer yandan AVRUPA'NIN (başta Almanya'nın) Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya’daki BALKAN PROVOKASYONLARI; iki yüzü kesen tek bir kılıç gibi işliyor. Uluslararası finans-kapital soygun şebekesi, şirketler dengesine göre kimi zaman güneyden, kimi zaman da kuzeyden "kesim" operasyonları tezgahlıyor. Emperyalizmin ilk hedefi; gloBÖL demokratlıkla ya da BÖLgesel savaşlarla ulusal devletleri yıkmak, sonra da holdinglerin pazar ve nüfuz paylaşımı... "Özgür Birey"ler kertesinde örgütsüzleştirip "sivil"leştirdikleri gönüllü kölelerden oluşan küresel "yeni dünya düzeni"nde, "yerinden!" yönetilen çete-şirket devletler... Atomlarına kadar parçalanmış, patlatılmayı bekleyen "numaracı cumhuriyet"ler...

"İŞTE BU AHVAL VE ŞERAİT İÇİNDE... İSTİKLAL VE CUMHURİYETİ" KURTARMAK İÇİN YENİDEN KUVAYI MİLLİYE!

Kuvayı Milliye'yi ve Halkçılık Programı'nı asgari değil AZAMİ MÜŞTEREK olarak ele alıp GERİ DÖNÜŞSÜZ ulusal, demokratik, halkçı, devrimci, bağımsız ve laik bir sosyal hukuk cumhuriyetini yaşama geçirmek için;

1. Her türlü gerilik, gericilik, irtica, şeriat "mihrakları"nın, bölgelerarası dengesiz kalkınmanın ve gelir dağılımı uçurumunun baş nedenlerinden biri olan feodal ve rantiye kalıntıların,

2. Yasalar, anayasa ve uluslararası normlarla güvence altına alınmış, fabrikada-tarlada-bürokraside-üniversitede-poliste-doğuda-batıda; eşit vatandaşlık, fırsat eşitliği, ekonomik-sosyal adalet, hukukun üstünlüğü, örgütlenme ve diğer insan hakları gibi temel evrensel kuralları hiçe sayan sınıf, zümre, kişi ve kuruluşların,

3. Devlet içinde devlet olan çetelerin EKONOMİ-POLİTİK KÖKLERİNİ KURUTUP, ONLARI TARİHİN ÇÖP SEPETİNE ATMAK İÇİN; yeniden KUVAYI MİLLİYE ruhu, heyecanı ve dinamizmiyle, örgütlü - örgütsüz tüm halk kesimlerimiz ve aydınlarımız kenetlenmelidir.

"...biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla iktifa etmiyoruz; aynı zamanda Batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen vasıtalarıyla Türk milletini emperyalizme vasıta olarak kullanmak istemelerine de engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz." (Gazi, 20 Haziran 1920)

Kuvayı Milliye ve Halkçılık Programı; öncelikle ülkemizin ve halkımızın, sonra dünyanın tüm ezilen ve sömürülen mazlum halklarının GÜNEŞİDİR.

"...Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye (gelişime) ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen, muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır... emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır." (Gazi Mustafa Kemal, 1933)

Ezilen ve sömürülen mazlum halkların enternasyonal dayanışması ve güçbirliği temelinde, kapitalizme ve emperyalizme karşı yeni bir birleşmiş milletlerin örgütlenmesinin kaçınılmaz olduğu da bir gerçektir.

Tüm bu “MANZARA-I UMUMİYE” karşısında, halkımızın iradesini egemen kılacak olan kuvayı milliyenin tüm “vatan sathı”nda ve işçi, köylü, memur, küçük sanayici ve esnaf kesimlerimizden oluşan halk içinde örgütlenmesi ve iktidar olması için üzerimize düşen tarihi misyonu yerine getirebilmek amacıyla YENİDEN KUVAYI MİLLİYE.

“Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştu. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her baĞImsIz devlet gİbİ haklarInI tanItacaktIr. Sevres antlaşması Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnamesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bu konuşmamız sırasında bile Sevres Antlaşması’nı ağzıma almak istemem. Sevres Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle GÜVEN TEMELİNE DAYANAN ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delege heyetimizin başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür...”

“Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyici kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; İSTİKLÂLİMİZİN TAM OLARAK KAZANILMASI VE DEVAM ETTİRİLMESİDİR.

Tam istiklâl demek, elbette, SİYASÎ, MALÎ, İKTİSADÎ, ADLÎ, ASKERÎ, KÜLTÜREL vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz...” (Gazi’nin Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması ile ilgili, Söylev’de yaptığı açıklamalardan)