Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

DEMOKRATİK CUMHURİYET

Yazar Nezih Gençler
20 02 2007

(Kuvayı Milliye dergisinin Mart-Nisan 1998 tarihli 9. sayısının başyazısı olarak yayınlanmıştır.)

OLMAK YA DA OLMAMAK

Çöküşe, yozlaşmaya, "devİrimci sÜsyalizm"e, sivil toplumculuğa, laiklik ve bağımsızlık düşmanlarına, kitle particiliğine, barikat-tarikat-fraksiyon-povokasyon yangınına, bölücülük-grupçuluk ve her türlü şovenizme, işsizlik ve pahalılık cehennemine, baskı ve sömürüye karşı DEMOKRATİK CUMHURİYET programlı İl Kuvayı Milliye Meclisleri ve Türkiye Kuvayı Milliye Meclisi halkımız tarafından örgütlenmelidir. Dergimizin ilk sayısından başlayarak her sayımızda çığlık çığlığa yinelediğimiz "bu davet bizim". Çünkü "bu memleket (,bu halk) bizim".

Emperyalizm, uluslararası ortaklı şirketlerinin dengesiz oburluk "yetenek"lerine göre dünyaya ve insanlığa yeni düzenler dayatıyor. Bunun bir gereği olarak da Batılı "dost" devletler sömürü alanlarını genişletebilmek ve yeniden paylaşabilmek için askeri-sivil her yolu deniyor.

"Dost"umuz ABD, hem Avrupalı, hem de doğulu bir konumda ama %100 kendine bağımlı bir manda Türkiye istiyor. Bunun için "ılımlı islam-ılımlı türk" sentezli sömürge faşizmleri ve bölgesel savaşlar örgütlüyor. Amerikan mandacıları "laik ve çağdaş bir sömürü düzeni" için "Netekim Atatörkçü" ya da "ülkücü-milliyetçi" maskelerle cumhuriyet kurumlarımızın ve cumhuriyetçi örgütlerimizin başını bağlamaya çalışıyor. Amaç; "Batılı anlamda demokrasiyi yaymak!" "Amerikan değerlerini ve yaşam biçimini koruyup geliştirmek!"

Avrupalı "dostlar" ise, Türkiye'ye, Avrupa'da değil, Ortadoğu ve Asya'da roller biçiyor. Öncelikli amaçları, "demokrasi" adı altında sosyal devletleri, vatanları ve ülkeleri bölmek ve parçalamak. Alman güdümlü şeriatçısı, liberali, sosyal demokratı ve süsyalistine kadar sağlı-sollu örgüt ve gruplar, ulusal güçlere ve cumhuriyetçilere karşı "omuz omuza". "İslam-Türk Sentezi" yıpranınca, emperyalist provokasyonlar bu "iki ayak" üzerinde duramaz oldu. Üçüncü bir payanda gerekti. Almanya imdada yetişti ve düğmeye bastı. Demirellerin "inatla hürriyetçi demokrasinin ve hür parlamenter düzenin bekçisiyiz!" sloganına uygun olarak "inadına özgürlük ve demokrasi"yi "hemen! şimdi!" isteyen "devrimci" görünümlü zıpçıktılık "hemen" devreye sokuldu. "Türbana Özgürlük!" hem "inadına" hem de "hemen şimdi" olunca, emperyalist güdümlü sollu-sağlı medya, bu "Hürriyet" "sos"lu arabesk salatayı ilk haberle ve manşetten verdi. "İŞTE ÖZLENEN TABLO BU!" idi.

Ülkemizde ve bizimki gibi ülkelerde Amerikan, Alman, Japon v.b. emperyalist güdümlü, "kökü dışarda" şirketlerinin menfaatlerini ülkenin ve halkın çıkarlarının önüne koyarak ulus dışına düşmüş, vatan-millet satıcısı sermayedarlar ile halkına ve ülkesine yabancılaşmış, emperyalist gizli servislerin doğrudan ya da dolaylı hizmetinde, her türlü yenilik ve demokratik cumhuriyet düşmanı sağlı-sollu çeteler el ele ve görev başındalar.

İnsanlığa ve Yaşama Düşman Güçler:

Yeni Sevr dayatmaları; emperyalizme bağımlı etnik, dinsel, kültürel, bölgesel "Middle East - Anatolia - Avrasya" federasyonları; Boğazlar'ımıza ve denizlerimize "uluslararası bir statü" verilmesi planları; Cumhuriyetimiz'in 1919 ve 1960 ruhunu yoketme çabaları; özelleştirme, globalleşme ve küreselleşmeye karşı ulusal değerleri savunmakta ikircikli davranışlar; cumhuriyetsiz bir Ortaçağ "demokrasi"si ya da "Osmanlıcılık" talepleri; dün İngiliz emperyalizminin M.K. Atatürk'e "bolşevik Kemal" dediği gibi bugün Kemalistleri sosyalistlikle "suçlama"lar; çağdaşlaştırılıp düzeltilmiş bir "Atatürkçülük" ya da ("bolşevik Kemal" niyetine) "faşist Kemal" söylemleri; tam bağımsızlığın çağdışı sayılması; Gazi M. K. Atatürk'ün halkçılık programı görmezlikten gelinerek, halk için halkla birlikte ve halk tarafından örgütlenmenin küçümsenmesi; ulusal demokratik, laik, bağımsız, halkçı ve devrimci bir sosyal hukuk cumhuriyeti prensiplerinin sulandırılması ya da örneğin sadece laikliğin öne çıkarılması; "laik ama bağımlı, laik ama yerli-yabancı ortaklı holdinglerden yana, laik ama özelleştirmeci" çifte telli oyunları, "laik bir cumhuriyete evet ama ulusal, demokratik, devrimci ve halkçı bir sosyal hukuk cumhuriyetine hayır!" talkınları; demokrasi, cumhuriyet ve politikayı dar parlamenterizm çerçevesine sıkıştırma çabaları; lionsundan rotaryenine, şeriatçısından bölücüsüne kadar "toleranslı bir diyalog" öneren sivil toplumculuğun, emperyalizmin bir oyunu olduğunun görmezden gelinmesi; ilkesiz birliklerin ve kuru kalabalıkların yarardan çok zarar doğurduğu, "demokrasi, katılımcılık, birlik, beraberlik" ve "hepimiz ilerici-demokratız" şablonlarının altında nasıl fraksiyonlaşılıp provokasyonlara ve daha şiddetli bölünmelere, kemikleşmelere ve parçalanmalara neden olunduğu malumken, "aman birleştirici olalım, sekter tavır içinde bulunmayalım, zaten kaç kişiyiz, asgari müştereklerde kucaklaşalım" dilekleri; "inadına" "halklara özgürlük"; "inadına" her şey (yani hiçbirşey); şeriata, emperyalist demokrasi ve özgürlüğe duyulan "inadına aşk!" "İnadına devrim, demokrasi ve sosyalizm; hemen şimdi" (beş dakika sonra olsa almaz mısın? Ya da "alıp da kaçar mısın?"); "Amerika Defol!" (Hoşgeldin Almanya) özlemleri; TEMA şarlatanlıkları gibi, Osmanlının sömürgeleşmesinde önemli rol oynayan "vakıf" enflasyonunun tekerrürü: Tüm bu eğilimler, TÜSİAD'ın, yerli-yabancı ortaklı holdinglerin, büyük emlak sahiplerinin, büyük tüccar ve rantiyenin "resmi söylemi" ile çakışıyor.

"Sol Güç Birliği":

CHP'li ya da DSP'li müteahhit, politika kumarbazı, siyaset ağası cici beyler ve hanımlarla; Ertuğrul Kürkçü gibi birini bile "aşırı solcu" bulan göbekçi, ortayolcu ÖDP'li libarellerle; ya da şimdilik üç partiye de "eşit uzaklıkta" durmaktan politik yarar uman seçkin, "birleştirici" ve "reel politiker" potansiyel "liderler"le; tüm bunların yardımcı ve danışmanlarıyla (uzun yıllar "tanınmış" isimlerin altında-yanında ezilmiş olmanın verdiği kompleksle tarihe geçmenin fırsatını kollayanlarla); MDD'nin (Milli Demokratik Devrim) 80 yıl önce "Menşevizm" adı ile mahkum edilmiş ve tarihin çöplüğüne atılmış olmasına rağmen, sanki tek başına olanaklıymış gibi ekonomi-politik köklerinden kopuk bir laikliği, emperyalizle et ile tırnak olmuş yerli holdingleri temize çıkarırcasına, siyasi kişilere endeksli romantik-nostaljik bir "Bağımsızlığı" timsah gözyaşlarıyla özleyen, halktan kopuk "asker-sivil-bürokrat KADRO"ların ve (Mihri Belli gibi, "bir o yana bir bu yana" yalpalayan) diğer tükenmiş "solcular"ın öncülüğünde bir güçbirliği, halkımıza karşı suç birliğine kalkmaktır, onların kirli ellerini yıkamalarına zemin hazırlamaktır.

Meclis'e "sağlıklı cumhuriyetçiler" sokmanın yolu; CUMHURİYET sözcüğünün ve kavramının içindedir. CUMHUR: HALK demektir. Evet, Meclis'e de girmek gerek. Ama örgütlü halkın gücüne dayanmayan, işçilerin, köylülerin, memurların, küçük sanayici ve esnafın örgütlü denetiminde olmayan her "vekil" emperyalizmin ve "yerli" ortak larının kuklası olmaya mahkumdur.

İnsanlık ve Yaşam Düşmanlarının Güçbirliği:

İşsizlik, pahalılık, özelleştirme ve irtica halkımızın somut dertleridir. Bu dertleri başımıza musallat edenler; sayıları yüz aileyi geçmeyen, yabancı ortaklı "yerli" holdingler ve onların tüm Anadolu'da bayiliğini ve taşeronluğunu yapan yaklaşık bin ailelik aracı tüccar ve de bu binyüz ailelik azınlığın etkili ve yetkili olduğu, iktidarlı muhalefetli siyasi partilerdir. Bunlar; 40'lı yıllarda "Demirkırat Cephesi"yle, 27 Mayıs öncesi "Vatan Cephesi"yle, 70'li yıllarda "Milliyetçi Cephe"yle, 80'li yıllarda "Dört Tabanlı Parti"lerle halkımıza ve ülkemize karşı sömürü ve talan cepheleri oluşturdular.

Son yılların verdiği rahatlıkla, fütursuzca sağda-solda çeşitli karma cepheler kurarak halkımızı ve ülkemizi sonsuza ve sonuna kadar köleleştirip sömürmenin daha "verimli" yollarını deniyorlar.

Ekonomik, politik, sosyal ve kültürel bağımsızlığın modasının geçtiği, halkçılığın ve kamu yararının bittiği, halkın ekonomik, politik, sosyal ve kültürel çıkarlarını savunabilmesi için örgütlenmesinin gerekmediği, özgür bireylerden oluşan küresel bilgi toplumunun, dünyada cumhuriyetsiz bir yeni demokrasi kurarak tüm sorunları çözeceği gibi yüz yıllık temcit pilavları yeni adlar altında ısıtılıp önümüze sürülüyor.

Sivil Toplum Kuruluşları, Sivil ve Bireysel Yurttaş Girişimleri, Merkez Sol ve Merkez Sağın Birleşmesi, İslam-Türk-Sol Sentezi, CHP-ÖDP-HADEP ittifakı, DSP-Fethullahçı flörtü, "suya sabuna" dokunmayan, sırf şeriata karşı, Cumhurbaşkanı'nı, yerli-yabancı ortaklı holdingleri ve medya patronlarını da içine alan ittifaklar, MGK'ya karşı ittifaklar, "yerinden ve yerel yönetimin güçlendirilmesi", federasyon, iki dereceli seçim, başkanlık sistemi için iş ve güçbirliği arayışları; tüm bu "yeni" tip cepheleşmeler, emperyalizm ve yerli ortaklarının sömürü düzenine dolaylı ya da dolaysız olarak hizmet ediyorlar.

"Emekçi" ya da "Emek Cephesi":

"İşte bu ahval ve şeraitte" yalnızca halkımıza ve kendimize güvenebiliriz. Başta işçi sınıfımız olmak üzere köylü üreticilerimizin, dar gelirli memur, esnaf ve küçük sanayicilerin somut ve güncel sorunlarını çözebilecek, halkla birlikte, onun tarafından ve onun için bir güç birliği örgütlemeliyiz. Adı ne olursa olsun, gücünü halktan almayan ve işçilerimizin, köylülerimizin, memur ve esnafımızın birliğiyle oluşmamış bir güç birliği, halkımızın ve ülkemizin karşısındaki cepheye hizmet edecektir.

Soyut, halkın güvenini yitirmiş, yıpranmış ve halktan kopmuş bir "SOL" ile ancak darülacezede birleşilebilir. "Sol" siyasi partiler bir yana, günümüzde işçi-memur-esnaf konfederasyonlarının yönetimleri bile birim örgüt, şube ve taban üyelerinden kopuk ve etkisiz durumda bitkisel hayat sürmekteler. Onlara güvenerek kurulacak bir cephe ile, kof bir yalancı pehlivan kadar bile minderde kalınamaz. Çünkü o yalancı pehlivan, kofluğunun farkında olduğu için kaçak güreşip zaman kazanarak kofluğunu belli bir süre rakibinden gizleyebilir. Oysa, emperyalizm ve yerli ortakları, demokratik kitle-meslek örgütlerimizin üst yönetimlerinin "suni tenefüs"le yaşatıldıklarını herkesten iyi biliyor.

Onun için öncelikle ve ivedilikle fabrikalarda, rafinerilerde, santrallarda, limanlarda, tarlalarda, cumhuriyet kurumlarında, işletmelerinde, tesislerinde, üretici ve tüketici birliklerinde çalışan ve üreten insanlarımızla, onlardan kopmamış sendika, kooperatif, dernek ve siyasi parti şubeleriyle bölgelerden başlayarak güçbirliğini oluşturmalıyız.

Bunun adı da "Emekçi Cephesi" veya "Emek Cephesi" olamaz. "Emekçi" ile anlatılmak istenen; işgücünden başka satacak veya kiraya verecek bir şeyi olmayanlar, işçilerdir. Bunların zaten durumları ve çıkarları bir. İşçi sınıfımızın ekonomik-demokratik hakları, eşit işe eşit ücret bütünlüğü, kadın-erkek işçi eşitliği, kapsam dışı vb ad altında işçi aristokrasisinin yarıtılmaması, taban ücret iyileştirmesinin sağlanması birlik ve bütünlük içinde davranılması, hatta işçi sınıfının siyasi birliğinin sağlanması için mücadele edilebilir. Tüm bunlar için işçi sınıfı içinde bir cephenin kurulması gerekmez. Eğitim, örgütlenme, eşgüdüm vb komiteler kurulabilir. İşçi sınıfının cephesi de ordusu da gene kendisidir.

"Emek" ya da "Emekçi Cephesi" derken, kastedilen böyle bir sınıf içi koordinasyon değilse (ki kastedilenin o olmadığı herkesçe biliniyor), o halde bu cephenin adı neden "Emek Cephesi"?

Cephe; durum, çıkar ve öncelikleri bakımından az ya da çok birbirlerinden farklılıklar gösteren sınıf, tabaka veya kesimler arasında ortak bir amaç için kurulan ve adıyla da amacını belirleyen bir güç birliğidir. O ad ve amaç, cephenin her ortağı için yaşamsal önemde, kolayca anlaşılabilir, toplumun gelenek-göreneklerine ve orijinalitesine uygun olmalıdır. Cephe kurulmadan önce de örgütler o amaç için mücadelelerine her durumda devam ediyor ve edeceklerse, o cephenin etkinliği, sürekliliği ve başarı olasılığı çok yüksektir. Bir cephenin adı ve amacı belirlenirken, "aman öteki ortak gücenmesin, cepheden kopmasın" anlayışından uzak durulmalıdır. O adın ve amacın; ortakların üye tabanının somut gereksinimlerinden çıkmış, onlara yabancı olmayan, dolayısıyla taban destekli ve her ortak için vazgeçilemez olması, o cephenin güçlülüğünün ve amaca ulaşıncaya kadarki sürekliliğinin garantörüdür.

"Emek" ya da "Emekçi" adı ve bu kavramları çokça kullananların kamuoyunca algılanabildiği kadarıyla amaçları; az topraklı veya orta boy köylü üreticiler, memur, esnaf ve küçük sanayiciler ve de onların siyasi uzantıları için yaşamsal mı? Hayır. Tam tersine, onların büyük çoğunluğu için ya entel bir süs ya da bir "aşırı uç söylem". Hatta bu kavramlar işçi sınıfımızın çoğunluğu açısından da soyut ve yıpranmış değil mi? Marks-Engels'e göre emek; işgücünün iş süresince maddeleşmiş ve mal haline dönüşmüş şeklidir ve işverenin malıdır. İşçinin sahibolduğu şey işgücüdür. İşçi işverene emeği satmaz, işgücünü satar. Zira emek henüz oluşmamıştır. O, üretim sonucunda yaratılacak üründür. Ürün de, ürünün fiyatı da işçiyi ilgilendirmez! Üstelik, işveren, henüz ortada göremediği bir şey için zırnık koklatmaz. Ama işçi kanıyla canıyla işverenin karşısındadır. Ücret; işçinin çalışma gücü, işgücü karşılığında, işveren tarafından kendisine ödenen paradır. 60'lı yıllarda "Sol Yayınları"nın (Engels'in konuyla ilgili önsözüne rağmen) yanlış çevirisiyle "emek" ve "emekçi" diye kullanageldiğimiz bu kavramların aslı İŞGÜCÜ ve İŞÇİ (işgücü sahibi, işgüççü, iş-güç sahibi) olmalıdır. Aydınlarımız, "emek" derken, aslında işgücünü kastediyor. Halkımız, pek doğru olarak işsizlere; "işi gücü yok, evde oturuyor" der. "Emeği yok" demez. Çalışanlara da; "iş güç sahibi) der. Halkımıza göre çalışmak; gücünü göstermek, piyasaya sunmaktır. "Emek sarfetmek", "emeği geçmek" kavramları; daha çok, işgücü karşılığında aldığı ücreti tüketerek kendisine ve çevresine sağladığı fayda ve yarar için kullanılır. İşverenin elinde sermaye olarak biriken emeğin küçük bir bölümü olan ücreti alan işçi, işgücüne karşılık olarak bir miktar birikmiş emek almıştır. "Emek en yüce değerdir" ya da "Emek Kutsaldır" gibi tümcelerde kastedilen işgücüdür. Yoksa sermayenin kutsallığı, toplumlar tarihinin çok kısa bir bölümüne, kapitalizme özgü geçici bir durumdur.

İşçi sınıfımız, böylesine bir yanlışlığı belki sınıf güdüsüyle farkederek yada emek ve emekçi diye sosyalizm adına yapılmış ve yapılan yanlışlara tepki olarak bu kavramlarla barışamıyor.

Tüm bunlar bilinmiyor mu? Neden "Emek Cephesi" diye tutturuluyor? Evrensel cephe örneklerinde de böyle bir dar açıya rastlanmıyor. "Faşizme Karşı Birleşik Cephe", "Ulusal Kurtuluş Cephesi", "Halk Kurtuluş Cephesi" gibi güçbirliklerinin, her ülke şartlarına ve gelenek-göreneğine göre değişen ama mümkün olan en geniş halk yığınlarını kucaklayan bir yapısı vardır. Bizim yiğit halkımızın da bulup geliştirdiği cephe KUVAYI MİLLİYEdir.

"Sol Güçbirliği" ve "Emek Cephesi" önerilerini dile getirenler, tüm iyi niyetlerine rağmen, slogan atmakla iş biter zannediyorlar. Türkiye orjinalitesini kavrayamadıkları için, düşünce ve davranışları "müslüman mahallesinde salyangoz satmak"tan öte bir anlam ifade etmiyor ve kendi ülkelerinde turist kalıyorlar. Kısaca abesle iştigal ediyorlar.

Buna rağmen, geçtiğimiz günlerde illerde kurulmaya başlayan Kuvayı Milliye ya da Ulusal Güçler Meclisleri'nin içinde-önünde yer almaları çok sevindirici. Ancak, Kuvayı Milliye'nin Batı ve Doğu Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu için ne demek olduğunu, gücünü ve yaşamsal önemini henüz kavrayabilmiş değiller. Kavrasalardı, işe özeleştiri ile başlarlardı. Tarihsel süreçte Türk Ordusu ve Stalin konularında da, geçmişteki "teori"lerini değiştirdikleri anlaşılıyor. Ancak gene bir özeleştiri yok. "Aheste Çek Kürekleri Mehtap Uyanmasın" mı?

Eleştiri ve özeleştiriden korkmamalıyız. Yeter ki eleştiri; eleştiri ve özeleştiri silahının eleştirilip yasaklanmasına varmasın, doğru yerde ve zamanda yapılsın. Eleştiri, insanı yok etmez, insanların yanlışlık ve eksikliklerini, okşamadan ve kaşımadan yok eder. Eleştiri ve özeleştiri ile insan yanlış eğilim, zaaf ve hastalıklarından kurtulur, güçlenir.

Örgütlenme ve program önerilerimizi ilk sayımızdan beri, 16 aydır çığlık çığlığa yineliyoruz: "HATT-I MÜDAFAA YOKTUR! SATH-I MÜDAFAA VARDIR! O SATIH; BÜTÜN VATANDIR" gerçeğinden hareketle; ulusal, demokratik, laik, bağımsız, halkçı ve devrimci bir sosyal hukuk cumhuriyetini yaratabilmek ve koruyup geliştirebilmek için en kısa zamanda tüm kentlerimizde işçi, köylü, memur, küçük sanayici ve esnaf halk tarafından İL KUVAYI MİLLİYE MECLİSLERİ kurulup TÜRKİYE KUVAYI MİLLİYE MECLİSİ yaşama geçirilmelidir. Böyle bir demokratik halk inisiyatifinin doğal müttefiki, DÜNYANIN TÜM MAZLUM HALKLARI VE ONLARIN YİĞİT İŞÇİ SINIFLARIDIR.

1- Yarın çocuklarımıza; yerli-yabancı şirketlere satarak tükettiğimiz yeraltı ve yerüstü değerlerimizden dolayı ekonomik talana ve erozyona uğramış bir ülkeyi, işsizliği, pahalılığı, açlığı, bilimsel-teknolojik geriliği ve gericiliği, şovenizm illetiyle zehirlenmiş, bencilleşip iyice bozulmuş “birey”leri, dayanışmasız, sendikasız, kooperatifsiz, sosyal güvenliksiz köleleşmiş bir toplumu, artık yaşanamaz hale getirilen doğa şartlarımızı “ata yadigarı” bırakmak ister miyiz?

2- Bu Tarih-Toplum-Doğa gaspı ve yağması nasıl ve kimler tarafından önlenecek? “Devlet Babamız" mı engelleyecek bu genel dejenerasyonu ve çöküşü? "Özel Sektör"ün “liberalizmi” mi durduracak bu müzminleşmiş krizi ve kaosu? Çeteler mi? Şeriat mı? Anarşizm mi? Bölücülük mü?

3- An geçirmeksizin bir ÖRGÜTLENME SEFERBERLİĞİ’ne girişmek; “paranoyak” bir düşünce ve davranış mı?

4- Devleti yöneten siyasi iktidarlar, toplumu ve doğayı değil özel şirketleri kurtarmak için birbirleriyle yarışırlarken; kârdan başka bir amacı olmayan yerli-yabancı şirket ve holdingler, tarihi-toplumu-doğayı pervasızca ezip sömürürlerken; bizler, sorunlarımızın çözümünü yukardan beklemeye ya da özel sektörün “kâr dünyası”nda teklemeye daha ne kadar devam edeceğiz?

İlk Kuvayı Milliyeciler'in ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bıraktığı yerden, başlamalıyız örgütlenmeye ve doğurup dokumaya. Ama aynı hatalara düşmeden; yeniden 1946'ları, 12 Mart ve 12 Eylülleri yaşamak zorunda kalmadan... İllerde oluşturacağımız Kuvayı Milliye Meclisleri ve onların birleşmesiyle kurulacak Türkiye Kuvayı Milliye Meclisi ile irticaya, mandacılığa, özelleştirmeye, işsizliğe ve pahalılığa karşı "YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!" diyebilecek halk gücünü yığmak; tarihi ve yaşamsal bir görevdir. Çeşitli bahanelerle bu tarihi görevden kaçanlar ya da bu görevi sulandırıp ertelemeye çalışanlar "GAFLET VE DALALET... VE HATTA HİYANET İÇİNDE" olanlardır.