Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

EKONOMİK VE SOSYAL KURTULUŞ SAVAŞIMIZIN TEORİK VE PRATİK SORUNLARI (1)

Yazar Nezih Gençler
13 02 2007

İkinci bir kurtuluş savaşının kaçınılamazlığı her geçen gün şiddetlenen bir zorunluluk olarak, ülkemizin ve halkımızın gündeminde yerini alıyor.

Kişilerin, grupların, sınıf, tabaka ve zümrelerin düşünce, dilek ve niyetlerinden, subjektif idea ve ideolojilerinden bağımsız, objektif (nesnel) bir gerçeklik olarak kendini dayatan bir kaçınılmazlıkla karşı karşıyayız.

Gelinen bu noktada,

sosyal determinizmin önümüze koyduğu yol ayrımı:

Ya istiklal! Ya ölüm!

Ya ekonomik ve sosyal kurtuluş savaşı! Ya manda ve sömürge!

Ya mazlum halklar dayanışması! Ya fedailik/kölelik!

Birilerinin iddia ettiği gibi bu bir “sendrom” değil. Biz ille de sınıf savaşı yapalım demiyoruz. Uluslararası tekelci sermaye ve yerli ortaklarına karşı durduk yerde savaş başlatmak gibi bir niyetimiz de yok. Ancak, onlar, halkımıza ve ülkemize karşı çoktan başlattıkları savaşı galibiyetleriyle sonuçlandırmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmek, ülkemizi parçalamak ve YERİNDEN YÖNETİM dedikleri kent-şirket devletçikler federasyonunu kurup halkımızı ve ülkemizi esir düşürmek üzereler.

Bizler, tarafımızdan başlatılmamış bir sınıflar savaşının ve sömürgeleştirme operasyonunun istemesek de tam ortasındayız. Bu nedenle, içine düşürüldüğümüz bu ekonomik ve sosyal savaşı yok saymak ya da görmezlikten gelmek, kendimizin ve çocuklarımızın canını kurtarmaya yetmeyecektir.

17.,18.,19. yüzyıllarda ‘aydınlanma’ ve sosyal devrim

SANAYİCİ KAPİTALİZM

13. yy.dan itibaren İtalya, Güney Fransa ve İspanya kıyılarında, özellikle Floransa ve Marsilya kentlerindeki ön-kapitalist sanayi sermayesinin yoğunlaşması ve serbest rekabetçi, girişken sanayici işverenlerin hızla gelişmesi; dünya pazarı ve uzak dış ticaret ve de tüm bu birikimlerin 16. yy.dan itibaren (Osmanlı’nın Akdenize yayılmasıyla) kuzeye kayarak “kuzeyliler”in egemenliğine geçmesi; özel olarak Britanya adasının coğrafi, tarihsel ve sosyal durumu ve diğer etkenler, sanayi devrimlerinin İngiltere’de doğup batı Avrupa’ya yayılmasına neden olmuştur. Üzerinde kütüphaneler dolusu belge ve bilgi olduğu için kısaca değineceğimiz kapitalizm; dünyada ilk sosyal devrimi beceren serbest rekabetçi ve sanayici işveren sınıfı öncülüğünde, 1650’lerde İngiltere’de (ekonomi-politik pratiğiyle), 1789’da Fransa’da (sosyal pratiğiyle) ve daha sonra Almanya’da (felsefi, teorik ve bilimsel birikimiyle) bir düzen olarak hayat buldu. 19. yy. sonlarında Kuzey Amerika’ya da yayılan kapitalizm; 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren uluslararası emperyalizm sentezine vardı. Kapitalizm evresinde Avrupa’da görülen anti-kapitalist sosyal ayaklanma ve devrimler; emperyalizm aşamasından sonra, “doğu” denen sanayileşmemiş ve sömürülen halkların yaşadığı ülkelere kaydı.

Kapitalizm; 13. ve 14. yy.lardan itibaren, toplumların ekonomik yapılarında derinlemesine ve genişlemesine egemenleşirken kendi politika, din (laiklik), kültür, sanat, edebiyat, estetik yapı ve anlayışlarını da filizlendirip geliştirdi. 15. ve 16. yy.larda Rönesans ve Reform ile filizlenen, “Aydınlanma Dönemi” ile gelişip 17 ve 18. yy.larda Ulusal Burjuva Demokratik Devrimlerle kurumlaşarak yaygınlaşan sanayi toplumları; Aristokrasinin, derebeyliğin, para ve toprak rantiyelerinin ve Orta Çağ karanlığının Asker-Banker-Yunkerlerinin karşısında yeni, genç ve devrimcidir.

Sanayici ve serbest rekabetçi işveren, başlangıçta, zengin bir parababası değildir. O, geniş yeniden üretim yapabilecek yeni teknikleri elinde bulunduran bir girişkendir. Sanayici işveren, derebeyiliğin son dönemlerindeki kriz ve kaos ortamında, politik öncülüğü ele geçirmezden önce (tıpkı Antik Roma ve Yunan Demokrasilerinin oluşmasında baş rol oynayan tüccarlar gibi) ekonomik olarak toplumdaki diğer alt sınıfların “umudu” oldu. Sanayici işverenlerin, tüm toplum kesimlerini, öncelikle ekonomik ve sosyal olarak kendi zafer arabasınının arkasına takabilmesi; o zamana kadar görülmedik teknik ve insan üretici güçleriyle sanayi üretimini verimlilik ve kâr temelinde yükseltmesi ile gerçekleşti. Her ülkenin sanayici işverenleri öncülüğüyle gerçekleştirilen bu sanayi devrimlerine, Ulusal ya da Milli Demokratik Burjuva Devrimleri de denir.

Sanayici işverenin, toplumdaki POLİTİK öncülüğü ele geçirmesi; aşağıdaki 4 EKONOMİK VE SOSYAL dayanağı kotarabilmesiyle olmuştur:

1- Üzerinde fabrikasını kurduğu arazinin sahibine ödediği sürekli ve yüksek KİRA,

2- Bankerden alıp ilk sermaye yaptığı paraya karşılık bankere ödediği güvenli ve yüksek FAİZ,

3- “Seyahat özgürlüğü”, “eşit yurttaş ve insan hakları”, daha iyi bir yaşam vs. vaadiyle köyünden getirttiği işçi yığınlarına ÜCRET,

4- Kendisi için KÂR.

Sanayici işveren, bu dört temel görevi gerçekleştirmekle kalmaz. Bir taraftan, toplumda her ağzını açanın ağzına iyi-kötü bir lokma veya umut verirken kendi kültürünü, edebiyatını ve sanatını da egemen kılar, diğer yandan, başka işverenlerle de kıyasıya rekabet etmek, yeni teknik ve insan üretici güçlerini harekete geçirmek, ulusal sanayii geliştirmek zorundadır. Nerede o ilk sanayici işverenler, nerede şimdiki müteahhit ve rantiyeler?

19. yy’dan 20. yy’a... Kapitalizmden emperyalizme;

Devrimcilikten karşıdevrimciliğe:

Sanayici-Devrimci burjuvalar artık rantiye- karşıdevrimci-tekelci finans-kapitalist olurlar

RANTİYE FİNANS-KAPİTALİZM

Kapitalizm, daha doğarken, işçi sınıfını da doğurmuştu. Serbest rekabetçi ve sanayici işverenler, 17. ve 18. yy.larda iktidara yürürken arkasına taktığı işçi sınıfına ve tüm halka “iş, ekmek, özgürlük, eşitlik ve adalet” vadetmişti. İktidara gelen bu yeni sınıf, karşısında işçi sınıfını bulunca; daha yeni iktidardan indirdiği, geçmiş toplumun egemen sınıflarıyla ekonomik-politik ittifaklar kurdu. 19. yy.ın ikinci yarısından itibaren de Avrupa’dan başlayarak emperyalizm çağına geçildi. Ulusal sanayici işverenlerin tekelleşmiş en kodaman zümreleriyle bankerlerin, emlak ve arazi sahiplerinin en irileri, banka-holding “evliliği” ile finans-kapital olarak sentezleştiler. Kilise çanları ve haham ayinleri, artık, “her yol mübah” diyen bu yeni efendilerin çıkarları için “fon müziği” gibi kullanıldı. Bu sentez ulusal/kıtasal sınırları da aşarak uluslararası/küresel şirket ve holdinglerin mâli-hisse senetli bütünleşmesi temeline oturdu. Daha sonra doğu ve güneydeki egemenlerin batılı tekelcilerle finans-kapitalistleşmesi gerçekleşti. Bu kez ezan sesleri, önce irticai sonra ‘ılımlı’ sıfatlarla kullanıldı.

Ekonomik olarak sanayiciliğin ve sanayi sermayesinin yerini bankacılık, para rantı ve sermaye piyasası aldı. 17. ve 18. yy’ın devrimci ve atılımcı işverenleri, 19. ve 20 yy.larda, ortaçağ kalıntılarıyla bütünleşip, gericileşti, para ve emlak rantıyla beslenen uluslararası tefecilere dönüştü.

Böyle bir "sermaye"den toplumsal sorunları çözmesini, ilericilik ve devrimcilik beklemek, ölü gözünden yaş beklemekten farksızdı artık. Emperyalizm Çağı da denen bu dönemde, yerli sermaye ve işverenler, hızla ulusallıklarını kaybetmekte, çokuluslu tekelci sermaye ile ortaklıklar kurarak küreselleşip globalleşmekteler. Hatta kimi anti-emperyalist ve ulusalcı kurtuluş savaşları ile kurulan ülkelerde bile, sanayileşme modelleri batıdan alındığı ve sözümona kapitalist uygulamalarla kalkınma düşlendiği için emperyalizmin sömürgesi olmaktan kurtulunamamıştır. Çünkü, ulusal bazda yaratılmaya çalışılan “sanayici ve işadamları”, doğalarından kaynaklanan “KÂR” içgüdüsüyle ve çağın gereği olarak hızla uluslararası tekelci sermaye şirket ve holdingleriyle bütünleşmişler, ulusal çıkarları ve ulusal kalkınmayı gözardı ederek montaj, bankacılık, bayilik ve müteahhitlik işlerine girmişlerdir. Bu zümrelerin denetim ve güdümündeki ülke ekonomileri, devlet ve hükümet, artık çokuluslu şirket ve holdinglerin ve de onların uygulama örgütleri olan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların etki alanındadır. Birleşmiş Milletler, emperyalizmin %100 ekonomik, politik ve askeri çıkarlarına hizmet eder konumdadır. MAI gibi Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları, ikili ekonomik ve askeri anlaşmalar, Tahkim, tavsiye mektupları; hep bu sömürü mekanizmasına hizmet eden uygulamalar haline gelmiştir. Hatta, eşitsiz büyüyen Amerikan ya da Avrupa merkezli şirket ve holdinglerin, İsrail gibi askeri-ekonomik merkezlerin uluslararası güç dengelerine göre yeniden paylaşmaya çalıştıkları ülke ve bölgelerdeki hükümet ve parti yapıları, bu uluslararası güç odakları tarafından oluşturulup yönlendirilmektedir. Bu etki, demokratik kitle-meslek örgütlerine, sendikalara, “sivil toplum kuruluşları” adı da verilen ve etnik-dinsel örgütlere kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmak istenmektedir. Ülkemize gelen ABD’li, Avrupalı ya da İsrailli vs. liderler, resmi görevlilerden önce ve daha çok yerel ve ‘sivil toplum liderleri’ ile temas halinde olmaktadırlar. Eski misyonerliğin medya ile desteklenmiş, daha beter bir saldırısı ile, toplumların kültürel yapıları hızla değiştirilip dejeneri edilmekte, çok uluslu holdinglerle bütünleşen yazılı ve görsel medya da bu sürece kamuoyu oluşturmaktadır. Yerli ortaklı uluslararası tekelci şirket ve holdinglerin çok geniş kapsamlı ve derinlemesine düzenlediği “HAÇLI SEFERLERİ” ile karşı karşıyayız.

Tüm bu etki ve tepkileri anlayabilmek için, genel olarak devletin ve onun toplumdaki yerinin de incelenmesi gerekiyor.

19. yy.’ın sonu, 20. yy.’ın başı;

Emperyalizm, sömürüsünü “dışarda” yoğunlaştırır:

Batı’nın devrimci proleteryası, Kautskylerin elinde, burjuvazinin ‘partner’liğine düşürülür.

Emperyalizm, uluslararası çapulu ve sömürüyü artırırken, Doğu’lu ‘geri’ ülkelerin işçi sınıfları ve halkları devrimcileşir

TARİHTE VE BUGÜN DEĞİŞİM ve GELİŞİMİN ÖNCÜLERİ

Değişim, gelişme ve devrimler, halk yığınlarının hareketiyle becerilebilir. Bu devinimi sağlayan toplum kesimleri çağa ve şartlara göre farklılık gösterir.

Örneğin, teknik gelişme, köle ayaklanmaları ve köle gücünün verimliliğinin düşmesi sonucu serflik ve derebeylik dönemi başladı. Köle sahibi beylerin toprak gelirinin azalması, onları yeni palazlanan banker ve tüccarlara borçlandırmış, güçlenen tüccarlar, eski devletleri değişime zorlamıştı.

Daha sonra, ekonomiye damgasını vuran sanayici işveren sınıfı, aç ve yarı köle kalabalıkları feodaliteye karşı “iş, ekmek, eşitlik, özgürlük, adalet” sloganlarıyla ayaklandırarak yeni düzene doğru değişimin ve gelişmenin önünü açmıştı.

19. yy.”ın ikinci yarısından itibaren; ekonomik-politik-sosyal problemlere, krizlere ve kaosa çözüm yolları bulup toplumun tarihi-evrensel gelişiminin önünü açma görevi, fonksiyonu ve misyonu başta İŞÇİ SINIFI olmak üzere üretici ve çalışan halka geçmiştir artık.

Bu bir tercih ya da iddia veya ideolojik bir öngörü yahut dayatma değildir. Özellikle geri kalmış ve sömürülen ülke ve halkların işçi sınıflarının, diğer halk kesimlerinin öncüsü olması; sizin, bizim, şu veya bu grubun dilek ve isteklerinden bağımsız, nesnel bir gerçekliktir. Emperyalist ülkelerin sömürüden pay vererek nispeten hayat sıtandardını yüksek tuttuğu batı işçi sınıfları ve halkları bir yana, bizim gibi ezilen ve sömürülen ülke ve toplumlarda;

1- Genel olarak toplumsal kazanımların korunabilmesi, işsizlik ve pahalılıkla savaşılması, bağımsız ve demokratik bir cumhuriyetin kurulabilmesi ve toplumsal kalkınma mücadelesinde,

2- Değil emeğin, işgücünün bile karşılığını alamayan çalışanlarımızın ekonomik, demokratik, sosyal ve politik haklarını kazanabilmeleri mücadelesinde,

3- KİT’lenen devletçiliğe ve özelleştirmeye karşı örgütlü halkın inisiyatif ve güdümünde bir gerçek kamu yönetimi yaratılabilmesinde, irtica, ticaret ve cinayet çetelerine karşı mücadelede, en tavizsiz, en örgütlü, en kararlı ve en fazla kollektif aksiyona (birlikte davranışa) yatkın olan toplum kesimimiz İŞÇİ SINIFIMIZDIR.

Toplumsal olarak yeni bir ortaçağa itildiğimiz bu dönemde, başta işçi sınıfımız ve sendikalarımız olmak üzere diğer halk kesimlerimiz ve demokratik kitle meslek örgütlerimiz; 1789'un, 1871'in, 1917'in ve 1919'un bıraktığı yerden başlayarak, aydınlanma, demokrasi ve özgürlük mücadelesini sürdürüyor. Bu mücadelenin uluslararası doğal müttefiki de, bize benzer ezilen ve sömürülen ülkelerin işçi sınıfları ve diğer halk kesimleridir. 21. yüzyıl, işte bu mücadelenin yüzyılı olacaktır.

STATÜKO, DEĞİŞİM ve DEVLET

Genel olarak devletler; eskisine göre yeni ve ileri üretim, tüketim ve paylaşım ilişkileri tarafından, o yeni ekonomik düzeni koruyup gözeten bir üstyapı kurumu olarak varedilirler. O toplumda, üretim araçlarına sahip sınıf ya da sınıfların dolaylı ya da doğrudan etki ve güdümünde bulunan devletlerin; bu ilk kuruluş aşamalarında, göreceli olarak ilerici ve değişimci bir özelliği de vardır. Geçmiş toplumun ekonomik, sosyal, kültürel, politik kurum ve kurallarını alt ya da yokeden devlet, kendi varoluş nedeni olan yeni ekonomi-politik ilişki ve yöntemleri oluşturur, korur ve kollar.

Siyasal ve hukuki reformlarla, kendisini vareden sisteme sürekli uyumlu halde tutulmaya çalışılan devlet, zaman zaman bu “uyum”da zorlanabilir. İlk kuruluş ilkelerine bağlı kesimlerle “uyum”dan yana olan güçler arasında uzlaşır görünümlü çelişkiler, kimi zaman, süreçte kesinti ya da atlamalara neden olabilir. Ancak bu çalkantılar, sistemle devlet arasında kopuşmaya varacak altüstlükler yaratacak nitelikte değildir. Birkaç “reform”la işler rayında tutulur. Süreç içinde, devlet, ilk konumundan çok farklı, hatta ilk konumuna ters bir işlev içine de sürüklenebilir. Ülkemizde bunun iki örneğini yaşadık:

1- 1923 İzmir İktisat Kongresi ile başlayan sürecin 1946'da geldiği durum. Bu zaman diliminde devlet yapısı ve anlayışındaki değişim.

2- Özellikle son 20 yıldır, ulusal cumhuriyetlerin yerine emperyalizmin “küreselleşme” dayatmalarına uygun, etnik-dinsel-ticari temelde ve federatif yapılarda, kent-şirket devletçiklerin planlanması. Bu çerçevede, ulusal, demokratik, halkçı, laik sosyal hukuk cumhuriyeti prensiplerinden ve bağımsızlık ilkesinden kısmen ya da tamamen vazgeçilmesi.

Bu “DEFORM”lar, üretim araçlarına sahip toplum kesimlerinin devleti kendi çıkarları doğrultusunda değiştirme çabalarıdır. Bu tip deforme edişler; toplumu geriye doğru çeker, gelişim ve değişimi yavaşlatır ve ilerlemeyi geciktirir.

Bundan başka, toplumsal muhalefeti oluşturan alt sınıf ve tabakaların da devlet yapısını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirme çabaları vardır. Bu mücadele, egemen güçlerin sınırlı ve göreceli olarak izin verdiği ya da vermek zorunda kaldığı reformlarla sonuçlanabilir. Bu tip reformlar da toplumun tarihi-evrensel değişim ve gelişimine yardımcı, ona paralel ve ilerletici reformlardır.

Deform, reform ve makyajla halledilebilen bu tip toplum-devlet çelişkilerinden başka, zamanla daha köklü sarsıntılar sıklaşır. Yukardakilerin idare edemediği ve aşağıdakilerin de yukardakilerin idaresini istemediği kriz ve kaos dönemi başlar. Devlet; insanın ve tekniğin sürekli değişim ve gelişiminden kaynaklanan toplumsal ilerlemeye ayak uyduramaz. Zamanla eskiyen ekonomik düzeni (kendi doğası gereği) koruyup kollamaya devam eden devlet, o ekonominin iç çelişkileri sonucu filizlenen ve toplumsal gereksinim haline gelen yeni ve genç ekonomik, sosyal, kültürel, sanatsal, politik yapılanmalara karşı baskı ve kovuşturmalarını yoğunlaştırır. Devlet, gerici ve tutucu bir duruma düşer. Bir başka deyişle; mevcut toplumda üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıf(lar) ve onun kontrolu ve etkisi altındaki devlet, yeni yapılanmalara gereksinim duyan toplumsal güçlere karşı bir baskı aracına dönüşür. Tıpkı kendisinin ilk kuruluş aşamasında yıktığı eski devletin konumuna düşer.

Hatta, bu egemen sınıf(lar) ve onun güdümündeki devlet, kendilerini bile yadsırcasına; geçmiş toplum kalıntısı daha gerici sınıf ve kesimleri yeniden diriltip onlarla ekonomik, politik, sosyal, kültürel, sanatsal vb. alanlarda işbirliği yapmaktan, bindikleri dalı kesip gerisin geri karanlıklara koşmaktan çekinmezler. Yeter ki, kendilerine karşıt toplumsal güç ve kesimleri ve yeni yeni filizlenmekte olan oluşumları boğabilsinler. Bunun en tipik örnekleri; dünyada, insanlığı kana bulayan faşizmler; Türkiye’de ise 12 Mart ve 12 Eylül’dür.

TARİHİ SÜREÇTE TÜRKİYE

Toplumumuz; 16-17-18. yy.ların Avrupa'sında görülen sanayi devrimlerine ve o dönemlerin bilimsel, siyasal, sosyal, kültürel gelişmelerine, vatandaşlık savaşım ve kazanımlarına sağır kaldığı/bırakıldığı ölçüde gelişememiş ve geri kalmıştır.

Ne zaman "Batı"da sosyal devrimler ve "Aydınlanma" tersine dönmüş: Sanayiciler tekelleşmeye, feodal-rantiye kalıntılarla bütünleşmeye başlamış ve kapitalizm uluslararası emperyalizme doğru "gelişmiş"se; bizim toplumumuz da ancak o zaman, yani 19. ve 20. yy.larda "Batı" ile rezonansa geçirilip "batılılaşma" aşkıyla 7 düvele "açılmış"tır. Bu yüzden, toplumumuzdaki ekonomik, sosyal, kültürel "gelişme" ve akımlar; batının nisbeten olumlu yanlarından çok, tüketici-rantiye olumsuzluklarından örnek almakta ve onlarla çakışmakta. Sanayileşemeyişimizin ve kalkınamayışımızın temelinde yatan neden budur.

Bugün, “Yeni Dünya Düzeni” diye ülkemize, halkımıza ve bizim gibi ülkelere dayatılan sistem yeni değildir. 1. Dünya Savaşı denen; dünyanın emperyalistlerce yeniden paylaşım savaşından önce şekillenmişti bu düzen. Ancak, önce Çanakkale Savaşı, 1917 Ekim Devrimi, Kurtuluş Savaşı, 1929 krizi bu düzenin tam olarak uygulanmasını erteletti. Ardından Uzakdoğu’da Çin Devrimi ve 2. Dünya Savaşı patlak verdi. Emperyalizm, evdeki hesabını bir türlü tutturamıyordu. Bir taraftan ulusal kurtuluş hareketleri, diğer taraftan sosyalizm; sadece emperyalizmin pazar ve sömürü alanlarını daraltmakla kalmıyor, alternatif kalkınma modellerini de bulup geliştiriyordu.

Sanayi devrimlerini tamamlayamamış ülkelerin çözümlenmeyi bekleyen sorunlarının, aslında bir asra yakın bir süreden beri, işçi sınıfı öncülüğünde örgütlenmiş halkın inisiyatifine kaldığını belirtmiştik. Bu sorunları, işçi sınıfından başka bir toplum kesiminin, örneğin, küçük sanayicilerin, esnafın ya da memurların veya köylülerin öncülüğünde çözmeye kalkmak; acı örneklerini ülkemizde de yaşadığımız tatsız bir hayaldir. Sonuçlar ortada.

100 yıldır bizim gibi ülke ve halklara dayatılan küreselleşme ve YDD bugün ulusal cumhuriyetleri hedef almaktadır. Emperyalizm, yerli ortakları aracılığıyla glaballeşmeyi dayatıyor:

* “Dünya, büyük bir köydür”

* “Önemli olan bu köye bireysel olarak ne satıp o köyden ne satınalabileceğimizdir”

* “Ulusal ve sosyal hukuk cumhuriyetlerinin modası geçmiştir”

* “Holdinglerin egemenliğindeki ticaretin özgürleştirilmesi gerekir”

* “Yerel-kentsel bazda kurulmuş ve şirketlerin emrindeki devletçiklerin ‘yerinden yönetimi’ altında “dünya” ile bütünleşme, kentsel-bölgesel federasyonların oluşturulması kaçınılamazdır”

Görüldüğü gibi, emperyalizm ve yerli ortakları, insanları örgütsüzleştirerek, birey birey, birer birer teslim almak istiyor.

17 ve 18. yy..lardaki gibi,

- halk kitlelerini arkasına takarak ülkelerini sanayileştiren,

- toprak reformunu gerçekleştiren, eski toplumun tefeci, tüccar, feodal bey ve rantiyelerini ya ortadan kaldıran ya da halkın ve sanayicilerin denetim ve kontrolunda tutan,

- yurttaşlık bilincini geliştiren ve insan hak ve özgürlüklerini savunan,

- ulusal, demokratik, laik ve bağımsız hukuk cumhuriyetleri kuran

sanayici işverenlerin, aynı görevleri, bugünkü dünyada da yapacaklarını beklemek abesle iştigaldir. Emperyalizmin, globalizmin ve küreselleşmenin egemen olduğu ülkemizde de onlar; geçmiş toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel kalıntılarından kurtulma, toprak ve tarım reformunu gerçekleştirme, bölgesel dengesizlikleri giderme, ulusal sanayinin ve kalkınmanın önündeki engel ve molozları temizleme, işsizlik, pahalılık ve enflasyondan kurtulma ve geri dönüşsüz bağımsız, halkçı, laik ve demokratik bir cumhuriyeti kurma gibi ülke sorunlarıyla ilgilenmiyorlar, ilgilenmezler de. Emperyalistlerin ve yerli ortaklarının böyle sorunları yok artık. Peki bu ülke sorunları kimi ilgilendiriyor? İşçi-köylü üreticilerimizi, kamu çalışanlarımızı, dar gelirli esnaf ve küçük sanayicilerimizi yakından ilgilendiriyor. O halde sorunu çözecek olanlar da onlardır.

Yabancı ortaklı bir avuç "yerli" holding, büyük aracı-tüccar, montajcı, rantiye ve onların siyasi uzantıları, kendi çıkarlarını ülkenin ve halkın çıkarlarının önüne koymuştur. Bunlar, ülkemizi ve halkımızı "hisse senedi" $gali altında emperyalizme peşkeş çekiyor. En basit demokrasi, insan hakları ve cumhuriyet kanunlarını bile hiçe sayarak çiğneyen bu “mutlu azınlığa” karşı bağımsız, demokratik bir sosyal hukuk cumhuriyeti için mücadele etmek, işçi sınıfımız ve halkımız için yaşamsal bir görevdir.

- Kurtuluş savaşımızın, ekonomik ve sosyal kurtuluş ile taçlandırılarak sonuçlandırılması,

- 1940'lardaki gibi karşı devrimlerin, 12 Mart ve 12 Eylül'lerin önlenebilmesi,

- Geri dönüşsüz demokratik, laik ve halkçı cumhuriyetin sağlam temellerde ve ellerde korunup geliştirilebilmesi,

- Emperyalizmin ve yerli ortaklarının “Böl, Parçala, Yerelleştir, Yönet” planlarının durdurulabilmesi;

cumhuriyetin halkçılaşabilmesine, halkın cumhuriyetçileşebilmesine, demokratik hukuk cumhuriyetinin kitaptan yaşama; fabrikalara, tarlalara, limanlara, tersanelere, petrol rafinerilerine, enerji santrallerine, kamu kurum ve kuruluşlarına, üniversitelere, hastanelere, hapishanelere, karakollara, yerel yönetimlere girebilmesine, işçilerin, memurların, köylü üreticilerin, küçük sanayici ve esnafın sorunlarının cumhuriyetin sorunları olabilmesine bağlıdır.

2 asra yaklaşan kalkınma ve ilerleme mücadelemiz göstermiştir ki; tüm bu ülke sorunlarının çözümünde en içten ve kararlı halk katmanı, hiç bir zaman irticanın oyuncağı olmamış Türkiye işçi sınıfımızdır.

Geldiğimiz bu noktada, çokuluslu holdinglerin resmi ve sivil kuruluşlarınca dayatılan ve onların yerli ortakları tarafından ekonomik ve siyasal paketler halinde uygulamaya koyulan sömürü reçetelerini maddeleştirmeye çalışalım:

1- Ulus devletlerin hükümranlık haklarının mümkün olduğunca kısıtlanması, hatta tamamen kaldırılması, yerinden yönetilen şirket kentler...

2- Ulusal bağımsızlık ve toplumsal kalkınmadan vaz geçilmesi, kamu yatırımlarının durdurulması,

3- Kağıt üzerinde kalmış sosyal hukuk devleti sözünün bile silinmesi,

4- Tarım, sosyal güvenlik başta olmak üzere tüm kamusal desteklerin kaldırılması,

5- Başta enerji, petrol, iletişim ve demir-çelik olmak üzere; göreceli kamusal işlevlerinin yanında, asıl olarak ‘yerli sermayedar’ yaratıp onları palazlandırmakta kullanılan; yıllardır, şirket ve holdinglerin ucuz hammadde, kredi, mamül madde ihtiyaçlarını tahsis-teşvik adı altında karşılayan tüm KİT’lerde, sosyal güvenlikten tarımsal birliklere, eğitim ve öğrenimden savunma sektörlerine kadar her alanda özelleştirmelerin hızla bitirilmesi. Yani, parça parça yararlanma yerine toptan ve bir kerede yutma.

6- Çokuluslu şirketlere sınırsız serbestlik tanınması,

7- Emperyalist ülkelerin paralarına karşı Türk Lirası’nı korumacılıktan vazgeçilmesi.

Özellikle 1980 sonrası her türlü basın yayın aracı seferber edildi ve küreselleşmeden, globalleşmeden, özelleştirmeden yana bir kamuoyu oluşturuldu. Köşeyi dönemeyenlere "enayi!", rüşvet almayanlara "aptal!", bu anlamıyla “enayi” ve “aptal” olmayanlara “işini bilir!” denildi. Çağının sancılarına duyarlı olmaya çalışanlar hâlâ çağdışılıkla damgalanıyor.

Oysa dünyamızdaki açık işsizlik resmi verilere göre 150 milyonu aştı. Eksik istihdam denilen işsizlik ise 1 milyar insanı ilgilendiriyor...

Küreselleşme ve özelleştirme rüzgarlarının toz bulutu içindeki Birezilya, Arjantin, Şili gibi Latinamerika ülkelerinin bugün çöküş içinde olmaları, son Asya krizi tüm bu “kaplan”ların da kağıttan ibaret olduklarını kanıtlıyor. Kissinger gibi, emperyalizmin ‘güvenilir stratejist’leri bile bu gelişmeleri ve IMF reçetelerini kaygı verici ve güvenilmez buluyor. (Le Monde, 15 Ekim 98)

Küreselleşme denilen sistem öncelikle taşları bağlayıp itleri çözmeyi hedefliyor. Toplum örgütsüzleştirilecek, işçiler sendikasızlaştırılacak, köylü kooperatifsizleştirilecek, çalışıp üreterek tüketme yerine borsa ve para oyunlarıyla köşe dönücülük pompalanacak, göç ve işten atmalarla kentlerde işsizlik artacak, ulusal devlet ve ulusal bağımsızlık terkedilecek, etnik mikro milliyetçilik, dinsel/mezhepsel cemaatçilik ve yerellik desteklenecek. Ülkemizde sivil toplumculuğun alabildiğine desteklenmesi, irticanın ve ortaçağ çok hukukluluğun gündeme getirilmesi, bazı gerçekleri ileri sürerek bir yandan kenttaşlılığın diğer yandan yerel yönetimlerin ulusal-merkezi idarenin üzerine çıkarılmaya çalışılması, dünya yurttaşlığının, insan haklarının ve demokrasinin, küreselleşmenin hizmetine verilmesi; emperyalizmin sistematik saldırılarıdır.

12 Mart ve 12 Eylül sonrası ekonomi-politik uygulamalara denk düşen kültürel dejenerasyon, özellikle “çok sesli” özel basın-yayın organları aracılığıyla pompalanıyor. Tencere, tava, tabak, çanak esnaflığından ev ve araba dağıtımlarına, futbol, piyango, loto, toto kumarbazlığına kadar kamuoyunu köleleştirip beyin kireçlenmesini yaygınlaştıran ne varsa piyasaya sürülüyor. Marketlerde bir elinde banka kartı, öteki elinde cep telefonu, reklamların yönlendirmesiyle doldurduğu alışveriş arabasını dirsekleriyle sürmeye çalışırken, yanındaki wolkmenli, adidaslı çocuklarıyla tüketim manyağına çevrilmek istenen insanlarımız, Manken-İşadamı-Sanatçı-Çete-Mafya-Siyasetçi bağlantılı televole, paparazi çürümüşlük örnekleri ile “trafik-canavarı”nın cinayetleri, haber verme özgürlüğü adıyla ucuz magazinciliğin her çeşidi; sömürge faşizminin sömürge cümbüşünü oluşturuyor. Bu bulaşıcı hastalıklar, yukardan aşağıya, tüm demokratik kitle-meslek örgütlerimize ve bu arada sendikalarımıza da bulaştırılmak isteniyor. Özelleştirmelerde, “Biz satınalalım” diyeninden “sosyal haklara ve iş güvencesine saygılı özelleştirme yapılsın” diyenine kadar boy boy sendikacılarımız arzı endam ediyorlar.

21. yüzyılın sorunu: Yaşanabilir bir doğa ve toplum için ne yapmalı?

Gelinen bu noktada, yaşanabilir bir ülke ve toplum yaratabilmek için; ekonomik ve sosyal “Kurtuluş Savaşı”mızın başarısızlık nedenlerini gerçekçi bir yöntemle eleştirerek, geçmişte denenen yollardan nesnel sonuçlara varabilmeliyiz. Önce, bağımsız, halkçı ve demokratik bir cumhuriyetin ilk ve temel programı olan “Halkçılık Programı”nın, “kitaptan yaşama” neden geçirilemediğini anlamalıyız, kavramalıyız. O programı uygulamaya kalkanlardan ve onların yöntemlerinden başlamalıyız sorgulamaya. Gerekiyorsa yeni yöntem, yol ve uygulama biçimlerini, başka toplum kesimlerimizin öncülüğüyle hayata geçirmeliyiz. Örneğin, “Halkçılık Programı”nın “HALK” kavramından başlayabiliriz irdelemeye. Bu “Program”, halkla birlikte ve halkın eliyle mi gerçekleştirilmeye çalışılmış? İşçi - Köylü - Memur - Aydın - Esnaf ve Küçük Sanayici halkımız; ne kadar “işin içinde”, ne kadar söz ve karar sahibi olmuş bu “Halkçılık Programı”nın uygulanmasında? Yoksa bu program, müteahhitlerin, işadamlarının, tüccarların, rantiyelerin ve büyük toprak sahiplerinin öncülüğüyle mi “uygulanma”ya kalkılmış? Onun için mi devletin tozlu raflarında farelerin acımasız eleştirisine terk edilmiş?

“Halkçılık Programı”nı; 1- Güncel sorunlarımızla yeniden işleyerek, 2- İlk kurtuluş savaşçılarının tuttuğu yoldan, onların bıraktığı yerden işe başlayıp, 3- Ama bu sefer başta İşçi Sınıfımız olmak üzere tüm halkımızla birlikte, onun için ve onun tarafından örgütlenerek yaşama geçirmeye kalksak, sonuç gene başarısızlık mı olacak? Yarım asır sonra, torunlarımızın; bu kez de “bizlerin bıraktığı yerden” (yeniden) başlamamaları için, kırabilecek miyiz bu “rezil çemberi”? Denemeye değmez mi?

- Yokolmak durumundaki doğal kaynaklarımız,

- Dün özel sektör yaratmak için kullanılan, bugün özelleştirilen, kapatılan, satılan tersanelerimiz, demir-çelik fabrikalarımız, kömür işletmelerimiz, rafinerilerimiz...,

- Taban-tavan fiyatlarını saatlik şaşırtan enflasyon ve faiz cenderesinde özelleştirme bataklığına itilen tarım ve hayvancılığımız,

- Bir yandan hızla betonlaşan ve gecekondulaşan kentlerimiz, diğer yandan “doğal ayıklanma” orman kanununa terk edilmiş küçük-sanayici, esnaf ve hizmetli kesimlerimiz,

- En ilkel sağlık koşullarından bile yoksun ve alt yapısız yaşam alanlarımız, kirli havamız, pis suyumuz, kesilen ve yokedilen ormanlarımız,

- Ortadan kaldırılmak istenen sendikal örgütlülüğümüz ve sosyal güvenlik kurumlarımız,

- işsizlik, pahalılık ve toplumsal çöküş;

halkımızın ÖLÜM-KALIM sorunlarıdır.

TANI 1:

- Bir ülkede hala; köylülük ve toprak sorunu demokratik anlamda çözülememişse,

- Buna bağlı olarak, bölgesel dengesizlikler, emperyalizmin “etnik” oyuncağı olmuş ve “Böl! Parçala! Yerelleştir! Yönet!” politikasına hizmet ediyorsa,

- Faiz-rant-irat ve aracı kârıyla beslenen rantiye sermaye yok ya da alt edilememiş, tam aksine, büyük kentlerimizi de kuşatmışsa,

- Ağır sanayi kurulamamışsa,

- “Bağımsızlık - cumhuriyet - halkçılık - ulusçuluk - devrimcilik - adalet - eşitlik - laiklik” kitaptan yaşama geçirilememişse,

- Düşünce ve örgütlenme yasakları sıra dağlar gibi geçit vermiyorsa;

o ülkede Klasik Demokrasi ve Cumhuriyet’den bahsedilebilir mi?

16., 17. ve 18. yy.larda, kapitalizmin girişken sanayicilik ve serbest rekabetçi dönemlerinde, bu saydığımız sorunları çözmek; asıl olarak sanayici işverenlerin ve onların siyasi partilerinin (önce muhalefette, sonra da iktidarda) işi ve göreviydi. 19. yy.ın ikinci yarısından sonra Avrupa’dan başlayarak emperyalizm çağına geçildi. O zamanlardan beri, “doğu”, “güney” ya da kapitalizm bakımından “geri” denilen ülkelerin egemen sınıfları, emperyalizmin yerel uzantıları olarak yeniden örgütlendiler, örgütleniyorlar. Bu durum; “Batı’ya entegrasyon, yabancı şirketlerle ortaklık ve işbirliği, batılılaşma, çağdaşlaşma, liberalleşme, globalleşme, küreselleşme, ikinci cumhuriyet, yeni demokrasi” vb. aldatmacalarla millete yutturulmaya çalışılıyor.

Bizimki gibi “geri kalmış” ülkelerde, bundan böyle,

- Gelinen düzeyi irticai ve faşist saldırılara karşı savunmak,

- Ulusal Demokratik Cumhuriyet'i de, ulusal sanayii de kurup korumak ve geliştirmek,

- Toplumsal kalkınmayı sağlamak ve de burjuvazinin “miras” bıraktığı tüm diğer sorunları çözmek;

Ancak, başta işçi sınıfı olmak üzere, yoksul ve az topraklı köylü kesimlerinin, kamu çalışanı, aydın, küçük sanayici ve esnafın, yani halkın örgütlü girişimiyle gerçekleşebilir. Dünyada, işverenlerin artık yap(a)madıkları, en az yüz yıldır yapmaktan da (durum ve çıkarları gereği) vazgeçtikleri;

- feodal - rantiye geçmiş toplum kalıntılarını ortadan kaldırmak,

- toprak, köylülük ve tarım sorununu çözmek,

- her türlü gereksiz bürokrasiye son verip “ucuz devlet”i yaratmak,

- sanayileşmenin, teknolojik gelişimin ve toplumsal refahın önündeki engel ve molozları temizlemek,

görevleri, işçi sınıfımızla, köylü üreticilerimizle, esnafımız, ulusal sanayicimiz, memurumuz aydınımız, kadınımız-erkeğimiz, gencimiz-yaşlımızla ÖRGÜTLENMİŞ HALKIN MEŞRU ve DEMOKRATİK GİRİŞİMİne kalmıştır.

TANI 2:

Aydınlarımıza, demokratlarımıza, halkımıza ve ülkemize ayakbağı olan sorunlar kördüğümünün “İp Ucu” ve “Ana Halka”sı; 90 yıldır bilinen bu durum, bu çelişki, bu gerçekliktir. Yılların getirdiği bazı ayrıntılardaki nicelik değişimlere rağmen, bütün yakıcılığı ve çıplaklığıyla önümüzde duran İŞ; bu kaosu, tıkanıklığı ve krizi aşabilecek programı yaşama geçirebilecek örgütlülüğü hem Meclis'te hem de halk içinde var etmektir. Kurulu partilerimizin ve demokratik kitle-meslek örgütlerimizin, bugüne kadar, örneğin “özelleştirme”ye karşıt olabilecek tutarlı bir örgütlenme ve program geliştirdiğine tanık olamadık. İletişimsizlik mi? Böyle bir halk örgütlenmesi, girişimi ve eşgüdümü; bugünün öncelikli toplumsal gereksinimi ve umudu. Şu grubun ya da bu kişinin, şu veya bu "ideoloji"nin istek veya dileklerinden bağımsız, nesnel, bilimsel bir gereklilik bu.

TANI 3:

Toplumsal yaşamın durdurulamaz gelişiminin kaynağı ÜRETİCİ GÜÇLER’dir. Mevcut üretim-paylaşım-tüketim ilişkileri, üretici güçleri bir zırh, bir kabuk gibi sararak gelişimlerini engelliyor. Örneğin, üretken İNSAN ve TEKNOLOJİK gelişim değerlerimizi son kertesine dek aşındırıp yozlaştıran, dumura uğratan yapı, özellikle son 20 yılın “üretim!”, paylaşım, tüketim, siyasal, sosyal ve kültürel ilişkileridir. Tüm bu ilişki ve yapıları tarihin çöp sepetine atmadan toplumsal ilerlemeyi ve kalkınmayı sağlayamayız, çağdaşlaşamayız. Öncelikle üretken insan kollektif aksiyonu ve toplum hizmetindeki teknoloji olmak üzere, tümüyle Üretici Güçler’in gelişebilmesi için bilimsel olarak gerekli YENİ ve GENÇ üretim-paylaşım-tüketim ilişkilerini yaşama geçirmeliyiz. Bu temelde, ulusal ölçekli bir yeniden yapılanma; yaşamsal bir gereksinimdir. Bu da, başta işçi sınıfımız olmak üzere tüm halkımızın örgütlü girişimi ile gerçekleştirilebilir.

TANI 4:

Halkımızın; bir yandan çeteler - irtica - terör - bölücülük - barikat - tarikat - fraksiyon - provokasyon; diğer yandan antidemokratik baskı ve uygulamalar çapraz ateşinde yakılmasında ve işsizlik - pahalılık - KİT’lenme - özelleştirme cehenneminden kurtulamayışında hepimizin derece derece sorumluluğu var. Toplumsal sorunlarımızı; sadece Yerel Yönetimler ve Parlamento düzeyinde reformist bir ajitasyon ve propagandayla ya da fraksiyoncu, “barikatçı” tepişmelerle çözemeyiz. Unutmamalıyız ki; örgütlü halkın girişim, güdüm ve denetiminin, söz ve karar yetkisinin olmadığı bir demokrasi, cumhuriyet ve yaşam düşünülemez.

TANI 5:

Yaşanabilir bir doğa ve toplum için yeni ekonomik düzen ve ona uygun yeni politik-sosyal-kültürel-sanatsal üstyapı toplumda egemen oluncaya dek, eskimiş düzenin içinde yapılacak hiçbir şey yok mudur? Kollarımızı kavuşturup; verili ekonomik düzen içinde üretim araçlarını elinde bulunduran egemen gerici güçlerin ve onların güdümündeki tutucu devlet organlarının; toplumda filizlenen yeni ve genç yapılanmalara ve toplumsal muhalefete karşı giriştiği antidemokratik baskı ve yasaklamalara seyirci mi kalacağız? Ya da “efendim, bu bir düzen meselesidir! Düzen değişirse (kim, nasıl değiştirecekse) herşey (sihirli değnek örneği) düzelir!” pozlarını mı takınacağız? Tabii ki bu bir “düzen” meselesidir. Ancak, düzeni değiştirecek olanlar da; toplumsal muhalefet güçleridir: İşçi sınıfıdır, halktır. Onlar; yeni ekonomik, politik, demokratik, sosyal, kültürel, sanatsal hak ve platformlarını hergün biraz daha geliştirerek ve bu devinim içinde pişerek, ülke çapında örgütlenip koordine olarak devrimcileşecekler. Devrimden sonraki düzenin kurum ve örgütlerini, prototip nüveler halinde, mevcut düzen içinde mümkün olduğu kadar yaygın ve derinlemesine filizlendirecekler ki; iktidara gelmek de, iktidarda kalmak da kolaylaşsın.

20. yüzyıl gibi 21. yüzyıl da ezilen ve sömürülen halkların toplumsal uyanış ve kurtuluş savaşları yüzyılı olacaktır. Ekonomik, politik ve askeri olarak emperyalizmin hizmetine giren Birleşmiş Milletler, kuruluş amaçlarından tamamen sapmıştır. Ezilen ve sömürülen ülke halkları, bu kukla örgütten ayrılarak yeni bir Birleşmiş Milletler örgütü kurmalıdır. Tüm bu mücadelelerin nihayi başarıya ulaşabilmesi, tüm mazlum halklara, onların yiğit işçi sınıflarının öncülük edebilmesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Unutmamalıyız ki; kapitülasyonlardan Duyun-u Umumiye'ye, Truman ve Marshall planlarından Yeni Dünya Düzeni’ne ve MAI'ye kadar emperyalizm ve yerli ortaklarının bağımlılık, sömürü ve özelleştirme zorlamaları, irtica hortlamalarıyla birlikte dayatılmıştır. Dün bir yandan "Batı'nın mandası olursak çağdaşlığı yakalarız" derken diğer yandan irticayı örgütleyenler kimlerse, bugün de (direkt ya da dolaylı yoldan) irticayı hortlatıp sonra da "kaç ben kurtarayım" diyenler onlardır. Halkımızı ve ülkemizi işsizlik ve pahalılık cehenneminde yakarak ortağı oldukları uluslararası holdinglere peşkeş çekenler "1946 ruhunu biz yaşatıyoruz" diyenlerdir. Nedir "1946 ruhu"? Truman-Marshall planlarıyla halkımızı ve ülkemizi emperyalizme kul-köle yapanların, Türkiye Cumhuriyeti Lirasını ve ekonomisini Dolar-Mark-Sterlin egemenliğine mahkum edenlerin habis ruhudur 1946 ruhu. İrticayı yeniden örgütleyen, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü ve Kemalizm'i yokeden hiyanet içindeki bedhahların, Mendereslerde, Bayarlarda ete kemiğe bürünen habis ruhu değil midir "1946 ruhu"? İş ve güçbirlikçi egemen sınıf ve zümreler, 60'lı 70'li yıllardan günümüze kadar hep o 1946 ruhuyla yatıp onunla kalkıyorlar.

Son gelişmeler, toplumumuzun yeni bir anayasaya, yeni bir sendikalar, dernekler ve partiler yasasına, yeni bir çalışma yasasına, yeni bir seçim yasasına öncelikle ve ivedilikle gereksinimi olduğunu gösteriyor. Bunu mevcut parlamentodan ve devlet organlarından beklemek, balığın kavağa çıkmasından daha uzun bir süre tutabilir. Tam tersine, bu gün devlet bürokrasisi, son Türk Devleti’nin köküne kibrit suyu dökmek için gece gündüz demeden harıl harıl çalışıyor.

Böyle bir anayasa taslağını oluşturup kamuoyuna sunmak ve önermek üzere, işçi sendikalarımız ve konfederasyonlarımız, diğer demokratik kitli-meslek örgütlerimizle birlikte harekete geçmeli, oluşturulacak bir koordinasyon kurulu ve çalışma komisyonlarıyla, daha fazla zaman kaybetmeden hazırlıklar tamamlanmalıdır.

GEREKÇELER

Yarın çocuklarımıza;

- Yerli-yabancı şirketlere satarak tükettiğimiz yeraltı ve yerüstü değerlerimizden dolayı ekonomik talana ve erozyona uğramış bir ülkeyi,

- Çöplükleşmiş çorak arazilerimizi, balıksız, balıkçısız pis denizlerimizi, kirli barajlarımızı, pis havamızı

- İşsizliği, pahalılığı, açlığı,

- Bilimsel-teknolojik geriliği ve gericiliği, şövenizm illetiyle zehirlenmiş, bencilleşip iyice bozulmuş “birey”leri,

- Dayanışmasız, sendikasız, kooperatifsiz, sosyal güvenliksiz köleleşmiş bir toplumu,

- Artık yaşanamaz hale getirilen toplum ve doğa şartlarımızı

“ata yadigarı” bırakmak ister miyiz?

Bu Tarih-Toplum-Doğa gaspı ve yağması nasıl ve kimler tarafından önlenecek? “Devlet Baba” mı engelleyecek bu genel dejenerasyonu ve çöküşü? ‘Özel Sektör’ün “liberalizmi” mi durduracak bu müzminleşmiş krizi ve kaosu? Yoksa çeteler mi? Şeriat mı?

An geçirmeksizin bir ÖRGÜTLENME SEFERBERLİĞİ’ne girişmek; “paranoya” mı?

Bugüne dek devleti yöneten siyasi iktidarlar, toplumu ve doğayı değil özel şirketleri kurtarmak için birbirleriyle yarıştılar. Kârdan başka bir amacı olmayan yerli-yabancı şirket ve holdingler, tarihi-toplumu-doğayı pervasızca ezip sömürdüler. Bizler ise, sorunlarımızın çözümünü “yukardan“ bekleyerek ya da özel sektörün “kâr dünyası”nda tekleyerek zaman yitirdik.

Ulusal-demokratik bir yığın örgütlenmesi ve koordinasyonu; halkımız için ekmek, su, hava gibi yaşamsal bir ihtiyaçtır. Siyasi çatıdan ekonomi temeline kadar, anayasadan yasalara ve tüzüklere kadar her alanda şiddetle bir reorganizasyona ihtiyaç var.

Bu amaçla, cumhuriyet tarihimizde gerçekleşen anayasaları özetlemekte yarar var.

1921 ANAYASASI

Toplumsal örgütlenmeyi yasal ilkelere bağlayan ve illerin yönetim biçimini demokratik biçimde düzenleyen 1921 Anayasası, padişahlığı açıkça yıkmıyor. 7. Madde’den; halen şeriatın yürürlükte olduğu, laik bir hukuk devletine henüz geçilmediği anlaşılıyor. Hatta “Maddei Münferide” ile “Nisab-ı Müzakere Kanunu”ndaki amaca gönderme yapıyor.

Ancak, bu anayasa ile, çok önemli bir ilke olan ulusal egemenlik ilkesi, Türkiye tarihinde ilk kez bir hukuk kuralı olmuştur. 1921 Anayasası’nın dayandığı temel amaç; halkı örgütlemek ve bir “halk hükümeti” kurmaktır. Bunun için; illerdeki ve bucaklardaki yönetimin seçimle işbaşına gelen “şûra”lara (yönetici meclislere) bırakılmasını, eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık ve sosyal yardım gibi işlerin “şûra”lara devredilmesini öngörmektedir.

Ancak, bu ve benzeri çalışmalarla demokratik bir cumhuriyet yaratma çabaları, Kurtuluş Savaşı’nın “tozu dumanı” içinde ikinci derecede kalmış, hiçbir zaman içtenlikle uygulamaya alınamamış, daha sonra da unut(tur)ulup yit(iril)miştir.

Lozan Barış görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir sırada, genç Cumhuriyet’in izleyeceği iktisat politikalarını (‘sakın merak etmeyin! Biz Bolşevik değiliz’) batılı ülkelere duyurma görevini de üslenen İzmir İktisat Kongresi ile (17 Şubat 1923’de) “Halkçılık Programı” sulandırılmıştır. “Kongre’nin toplanması için, 1922’nin sonlarında İktisat Vekaleti tüm illere birer genelge göndererek her ilçeden 8 delege seçilmesini istedi. Bu delegeler; üçü çiftçi, biri tüccar, biri sanayici, biri işçi, biri şirket ve biri banka temsilcisi olmak üzere 6 grupta toplanıyordu.” (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi; sayfa: 5624)

Şu grupları, nicelik ve nitelikçe birlikte inceliyelim. İktisat Vekaleti’nin her ilçeden çağırdığı grupların temsilcilerinin niteliği; gerek İsmail Suphi (Soysallıoğlu) Bey’in, gerek Mahmut Esat Bozkurt Bey’in, gerek diğer konuşmacıların anayasa tartışmaları sırasında söylediklerinden ve gerekse de bu konuda yapılmış birçok araştırma ve incelemeden kolaylıkla anlaşılabilir:

* Çağrılan üç “çiftçi”den ikisi toprak ağası, biri büyük çiftlik sahibidir. Ülkemizin topraklarını gaspedip köylümüzü “yerlerin esiri” olarak yarı aç çalıştıran sömürücü “mütegallibe” ve “ayan” takımı Kongre’ye ağırlığını koyuyor. Böylece, yüzyıllardır köylerimizde süregelen ekonomi-politik irtica sıkıyönetiminin kara TOPRAĞA basan AYAĞI, “Cumhuriyet”in İktisat Vekaleti tarafından resmen yeniden tanınıp memleketin iktisat politikasını belirlemeye çağırılıyor!

* Bu yetmezmiş gibi her ilçeden birer “tüccar” çağrılmış. Köylü üreticileri borçlandırarak faizcilik yaparak ve onların ürünlerini ucuza kapatıp fahiş fiyatlarla satarak üretici ve tüketici halkın kanını emen, üretimle uzak-yakın ilgisi olmayan, Anadolu’yu yüzyıllardır örümcek ağı gibi sarmış tefeci ve “eşraf” tüccarlardan birer temsilci! Böylece, eski tas eski hamam, “sanayileşme, batılılaşma ve kalkınma”; ekonomi-politik irtica sıkıyönetiminin PARAsını tutan ELLERE teslim ediliyor!

* O zaman nereden ve nasıl bulunacaksa HER İLÇEDEN BİR “sanayici” çağrılmış. Şimdi bile her ilçede bir sanayicimiz var mı? Türkiye’de bugün bir tek gerçek sanayici var mı? Bu topraklarda 200 yıldır ulusal sanayi girişimciliğine kalkanlar hızla cezalandırılıp ortadan kaldırılmadı mı? Bütün teşvik ve krediler, devletin koltukaltından beslenen “müteahhit” kenelere, yabancı ortaklı montaj, ambalaj, makyaj, trikotaj, petrol sondaj, reklamaj, emlak, pazarlama, banka ve finans holdinglerine akmıyor mu? Bu nedenlerle, İzmir İktisat Kongresi’ne, her ilçeden çağrılan “sanayici”lerin, aslında açıkgöz vurguncu MÜTEAHHİT adayları olduklarını; o günlerden bugünlere kadar uygulanan “iktisadi politikalar”ın, “ülke kalkınması” diye kimleri kalkındırdığına bakarsak görürüz.

* Ülke genelinde yaygın bir sanayi ve sendikalar olmadığına göre o günlerde (göstermelik de olsa) her ilçeden birer “işçi” temsilcisini kimler nasıl seçecekler? Belli ki bu da güdümlü.

* İktisat Vekaleti’nin ilk genelgesinde her ilçeden “bir şirket” ve “bir banka” temsilcisi istenmiş, ancak daha sonra, bunların aynı zamanda ya ağa, ya tüccar, ya da müteahhit olduğu anlaşılınca, diğer 4 temsilci ile yetinilmiştir. “Kongre, 17 Şubat 1923’te, 1135 delegenin katılımıyla İzmir’de toplandı. Kongre’de İstanbul’lu tüccarlar önemli bir rol oynadılar. Bu tüccarlar, Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesiyle örgütlenmeye geçerek ‘Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurmuş ve savaştan sonra İstanbul’a ilk giren komutan Refet Paşa’nın desteğini sağlamışlardı (Adamlar yahudi kurnazı). Tüzüğünde, türk tüccarlarının ticarete, dışalım ve dışsatıma egemen olmasını sağlamak, konsorsiyum ve tröst vb. birlikler oluşturmak (tröstlerin olduğu yerde nasıl serbest rekabetçi sanayicilik gelişecekse), hükümetin desteğini kazanmak (devleti kontrol altına almak) gibi maddeler yer alan Birlik, bir yandan da işçi ve esnafı örgütlemek üzere (‘memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz! Siz işçi ve köylüler, hiç merak etmeyin, uyuyup keyfinize bakın! Siyasetle uğraşmayın!’) girişimlerde bulunmuş ve ‘Türkiye Umum Amele Birliği’ ile ‘İstanbul Esnaf Birliği’ adı altında iki dernek kurdurmuştu... İzmir İktisat Kongresi’ne, Tüccar Birliği Genel Başkanı İbrahim Paşazade Kavalalı Hüseyin Bey, Genel Sekreteri Ahmet Hamdi (Başar), tüccar, esnaf ve işçi temsilcileriyle birlikte katıldı. Kongre divan başkanlığına Kâzım Karabekir Paşa, divan katipliğine ise Ahmet Hamdi (Başar) Bey seçildiler.” Böylece ticaret; rum ve ermenilerden “kurtarılırken”, Türk görünümlü Yahudiliğin güdümüne geçmeye başladı.

“İzmir İktisat Kongresi’nde alınan başlıca kararlar:

* Ekonomik gelişmeye katkı sağlamak koşuluyla yabancı sermayeye karşı çıkılmıyacak.

* Yerli üretimin geliştirilmesine çalışılacak.

* İç gümrükler kaldırılacak.

* Lüks dışalımdan kaçınılacak.

* Yerine uygun bir vergi koyularak Aşar kaldırılacak.

* Limanlar, demiryolları ve öteki ulaşım altyapıları geliştirilecek.

* Ziraat Bankası yeniden düzenlenecek.

* ...Teşvik-i Sanayi Kanunu yeniden gözden geçirilecek.

* Sanayicilere kredi vermek üzere bir sanayi bankası kurulacak.

* İşçilerin çalışma saatleri düzenlenecek, madenlarde 6 saatten fazla ve 18 yaşından küçük işçi çalıştırılmayacak.

* Ameleye işçi denecek.

Birinci İktisat Kongresi’nde alınan kararlardan ancak bir bölümü uygulanabilmiştir. (Meydan Larousse)

Doğrusu buna şaşmamak gerekir. Uygulanabilenlerin de nasıl uygulandığı ortada. Ne demişler; ‘klavuzu karga olanın...’ Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başımıza Osmanlı’dan kalma egemen sınıf ve zümreleri geçirip onların eli ve aklıyla kalkınmaya çalışırsak olacağı budur.

“Oysa, daha dün; Anadolu’da, emperyalist işgale karşı ilk direniş silahlı biçime girince, karşısında somutça kimi buldu? Salihli’de cephe kurulurken, ilk Kuvayı Milliyeciler’in ilk kurşunu, istilacı Yunan Ordusu’na değil, Padişahçı ‘Eşraf ve Mütegallibe’ Ağalar’a karşı atıldı.

“Böylece, Milli Kurtuluş Savaşı, daha en ufak bir plan veya ideoloji ortaya atmadan önce, dövüşün somut gerçekliği nedeniyle, en keskin ekonomik ve sosyal sınıf strateji ve taktik determinizmini buldu. Dağdaki eşkiyaya ve Teşkilat-ı Mahsusa çetelerine, hiçkimse, giriştiği çatışmanın emperyalizme ve işbirlikçilerine, yerli-yabancı ortaklı rantiyeye karşı olduğunu öğretmemişti. Kavga ciddileşince, sosyal sınıf ilişkileri, Kurtuluş Savaşçılarını otomatikman ve herşeyden önce, emperyalistlerin maşaları olan Yunan işgal kuvvetlerine ve onlara yol gösteren işbirlikçi toprak ve para rantiyelerine karşı çıkarttı...”

“Bizde, irticanın kolayca baş eğmesi, daima, kolayca baş kaldırmak için asırlardır denediği en çıkar yoldur. İrtica, dinlenmek için altta güreşen pehlivana benzer. Köylünün baş belası olan ayrıkotundan beterdir. Tuttunuz mu kopuverir, ama kökü derinde kalmıştır. Bir köşeye atarsınız, kuruyup gebermiş sanırsınız; ekininize suyu verdiğinizde, toprağın ilk bereketini yutup yayılan odur.”

İrtica ve vatan millet satıcılığı, 1919-23’te sin(diril)miştir. 1923-35 arası sessiz ve derinden toparlanmış, uluslararası tekelci sermaye ağababasıyla birlikte 46’larda “şaha kalkmış”tır. 1960’larda tekrar sin(diril)miş, 65’lerden 80’lere kadar maskeli, 12 Eylül ve Özal’la birlikte fütursuzca vatan-millet satıcılığını ve irticai faaliyetlerini akla hayale gelemeyecek boyutlara sıçratmıştır. Tekerrür eden siyasi partilerimize bakın. Hâlâ 1946 Habis Ruhu’nu “dava”laştırıyorlar. Daha önce hepsi bir tek partide yuvalanmışken, meydanı boş bulunca üreyip türediler. Uluslararası emperyalist sermaye odaklarının güçler dengesine göre: Bir Amerikancı “liberal”, onun “karşısında” kayıkçı dövüşü yapan bir Almancı “demokrat”; bir Amerikancı faşist + dinci, onun “alternatifi” bir Almancı dinci + faşist partilerin hepsi küresel milliyetçi (!) + demagoKIRAT (!) + muhafazaKÂR (!). Son günlerde İsrail güdümlü sollu sağlı eski - yeni partiler yeniden parlatılmakta.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir müddet lüks dışalım yapılmamış, ancak daha sonra hepimizin bildiği gibi ülke sömürge pazarı durumuna düşürülmüştür. Aşar kaldırıldı, ancak yerine koyulan vergilerle halk, aşarı bile arar duruma düşürüldü. Denizyolları ve demiryolları geliştirilmedi, ama yerli-yabancı ortaklı montajcı-tekelci sermayeye milletin parasıyla bol bol karayolu yapıldı. Ağır sanayi geliştirilmedi, “Teşvik-i Sanayi” adı altında dışa bağımlı finans ve rant oligarşisi, finans-kapital palazlandırıldı. İşçilerin çalışma saatleri “kağıt üzerinde” düzenlendi, sendika ve kooperatif örgütlenmeleri “goministlik” damgasıyla yasaklandığından, bir türlü sağlıklı bir halk örgütlenmesi gerçekleştirilemedi... 1946’ların gelişi 1923’lerden belli olmuştu. Tıpkı, 1980’lerin gelişi 1960’lı yılların CHP+AP ve AP hükümetlerinden belli olduğu gibi... Bugün, aynı kökenli sınıflar ve onların partileri; irtica, sömürgeleştirme ve özelleştirme faaliyetleriyle işbaşındadır.

Onun için, lafa değil işe bakılmalıdır.

1924 ANAYASASI

1921 Anayasası’ndan sonra 1924 Anayasası da, sonuçları itibarıyla lafta kaldı. Ansiklopedik olarak kısaca tanıtımını yapalım: “1921 Anayasası olağnüstü koşulların anayasasıydı. Kurtuluş sonrasının ve yeni devletin örgütlenmesinin getirdiği sorunlar ise, yeni ve daha kapsamlı bir anayasayı gerekli kılıyordu. BMM tarafından bu amaçla bir komisyon kuruldu. Komisyonun, Fransa III. Cumhuriyet ve Polonya anayasalarından yararlanarak hazırladığı tasarı Meclis’te görüşüldü; bazı maddeleri değiştirilerek kabul edildikten sonra 20 nisan 1340 (1924) tarih ve 491 sayılı yasayla kabul edildi.

Esasları: 1924 Anayasası, Kurtuluş Savaşı ve 1921 Anayasası’yla benimsenen temel ilke ve kuruluşu sürdürmektedir. Ulusal egemenlik yine temel ilkedir. Kuvvetler birliği sistemi, esas olarak devam etmekte, ancak yürütme organı daha net bir kişilik kazanmaya başlamaktadır. Durum yürütmeye, eskisine oranla daha geniş bir serbestlik alanı verilmesini gerekli kılmıştır.

Yasama tek meclisten kuruludur (TBMM). Üyeleri 4 yıl için seçilir. Yürütmeyi cumhurbaşkanı ve bakanlak kurulu oluşturur. Cumhurbaşkanı 4 yıl için TBMM tarafından kendi üyeleri arasından seçilir. Bakanlar kurulu üyeleri Meclis önünde sorumludurlar; Meclis tarafından denetlenir ve düşürülebilirler. Ancak, bakanlar kurulunun göreve başlayabilmesi için, eskiden olduğu gibi Meclis’in onayı gerekmez, cumhurbaşkanının onayı yeterlidir. Yargı hakkı ulus adına bağımsız mahkemeler tarafıından kullanılır. Anayasa, klasik-bireysel hakları tanımakta, sosyal haklara ise yer vermemektedir. Tanınan haklar da güvenceye bağlanmamıştır. Özellikle, muhalefet hakları açısından durum budur. Anayasanın üstünlüğü kabul edildiği halde, yasaların anayasaya uygunluğunu sağlayacak bir yargısal denetim (Anayasa Mahkemesi) yoktur. Meclis çoğunluğu ve ona dayalı hükümetler, keyfi işlem ve eylemlerde bulunabilme olanağına sahiptirler. Nitekim anayasaya aykırı yasalar, rejim bunalımının artmasına neden olmuşlardır...

1924 Anayasası, bazı değişiklikler geçirdi. 1924’de laiklik yolunda önemli adımlar atılmıştı. 1928’de, Anayasa’da yapılan bir değişiklikle, ‘Türkiye Devleti’nin dini, din-i islamdır’ hükmü metinden çıkartıldı. 1937’de de yine aynı maddeye, ‘Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır.’ (md.2) hükmü eklendi..” (Meydan Larousse, s: 589)

Eklendi de ne oldu? Cumhuriyet, halka mâledilebildi mi? Demokrasi, temeline oturtulabildi mi? Sorular, sonsuza kadar geliştirilebilir. Aynı sorular ve benzer cevaplar 1961 Anayasası için de geçerlidir. Ne kadar demokratik görünümlü olursa olsun, yasalar, örgütlü halkın inisiyatif ve güdümünde uygulanmadıktan sonra ne işe yarar? Kime hizmet eder? Kimi tarihçi ve bilim adamlarının, o günleri, nostalji ve gözyaşı ile anmaları, cenaze merasiminden öte bir anlam ifade etmemektedir. Ekonomik ve sosyal olarak bir türlü KURTULAMAYIŞIMIZIN, aydın-halk kopukluğumuzun, her türlü gerilik ve gericiliğimizin temel nedenleri buralarda aranmalıdır.

1940'lı yılların sonunda, DP iktidarları öncesi, İstanbul’da, bölgesel bir iktisat kongresi toplama girişimi oldu. Devletçiliğin sorgulanmaya başlandığı, Marshall ve Truman doktrinlerinin ve “dış yardım”ın, “batıya entegrasyon”un, “yabancı sermaye”nin kurtarıcı gibi değerlendirildiği bir dönemde, değişen ekonomi-politikalar sorgulanmaya başladı.

Ülkemizdeki ikinci iktisat kongresi, 2-7 Kasım 1981’de toplandı. Bu kongre de, yine İzmir’de, yine İstanbul “ekolü”nün, yine uluslararası sömürgen tefecilerin liderliğinde toplanmıştır.

1993'de yine İzmir’de, ağırlıklı olarak, Türki Cumhuriyetler’in emperyalizme entegrasyonu konusunun işlendiği 3. İktisat Kongresi toplandı.

Birincisinde kağıt üzerinde çağrılan işçi ve köylü üreticiler (bunun bürokrasiyi artıran bir gereksizlik olduğu anlaşılmış olacak ki) 2. ve 3. İktisat Kongrelerine hiç çağırılmadılar.

İşte, dünden bugüne geldiğimiz nokta:

Yavuz zamanında başlayıp Kanuni Süleyman devrinde hızlanan ‘1. sömürgeleştirme, irtica ve özelleştirme’ dönemi, Osmanlılığın emperyalizm tarafından parçalanarak çökertilmesi ile sonuçlanmış ve Kurtuluş Savaşımızı kaçınılmaz kılmıştı.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, özellikle Gazi Mustafa Kemal’in ölümüyle, Menderes-Bayar tarafından ‘2. irtica, sömürgeleştirme ve özelleştirme’ dönemi başlatılır. Kurulmuş ve kurulacak KİT’ler ve Birlikler, yerli-yabancı tekelleri palazlandırmakta kullanılır. 1950'lerin sonunda yeni bir çöküş yaşanır. 27 Mayıs Devrimi yüzeysel ve siyasi reformlarla yetinir.

12 Mart yetmedi, 12 Eylül ile ‘adı özel’ Öz-al (sömür) tarafından ‘3.özelleştirme, sömürgeleştirme ve irtica’ dönemi, 24 Ocak 1980 kararları ve 7 Kasım 1981'de toplanan 2. İktisat Kongresi ile başlatılır. Bu dönemin de bir anayasası vardır. 1982 ya da 12 Eylül Anayasası.

YENİ BİR ANAYASANIN TEMEL GEREKÇESİ:

EKONOMİK ve SOSYAL ADALET OLMALIDIR

Toplumumuz, ekonomik ve sosyal adalet temeline dayalı, demokratik bir anayasaya, yeni bir sendikalar, kooperatifler, dernekler ve partiler yasasına, yeni bir çalışma yasasına ve seçim yasasına öncelikle ve ivedilikle gereksinim duymaktadır.

Böyle bir anayasa ve yasa taslaklarını oluşturmak üzere, halkçı ve ulusalcı aydınlar ve akademisyenlerimiz, işçi sendikalarımız ve konfederasyonlarımız, diğer demokratik kitle-meslek örgütlerimiz, üniversite ve askeri kurumlarımızla birlikte harekete geçerek, karma çalışma komisyonları oluşturmalıdır.

“Çok Partili Demokrasi” ile halkımız, varlıklı sınıf, tabaka ve zümrelerin temsilcilerini kendi temsilcileri zannederek seçmekte sonra da yanlış vekil seçtiği için kendini suçlu bulmaktadır. “Parlamenterizm”; bizim gibi ülkelerde halkı aldatma aracı olmaktan kurtulamaz. İlle de çok parti olacaksa, bu partiler, dayandıkları ve çıkarlarını savundukları halk kesimlerini açıkça belirleyip ilan etmeli, tüzük ve programlarını ona göre yapmalıdırlar. Durumları ve çıkarları birbirine benzer olan halk kesimleri aynı parti içinde örgütlenmelidir. Örneğin; “Köylü Partisi”, birinci derecede köylü üreticilerin çıkarlarını savunmalı, “Küçük - Orta Sanayici ve Esnaf Partisi” bu kesimlerin çıkarını, açıkça ve yüksek sesle dile getirmelidir. Böylece politika, bir aldatma ve göz boyama “sanatı” ve vatan-millet edebiyatı olmaktan kurtulur. Siyasetle ilgilenmek, azınlıkların, varlıklıların ve ayrıcalıklıların değil halkın gönüllü ve güncel işlerinden olur. Yeni anayasa ve yasalar hazırlanırken bunlar dikkate alınmalıdır..

«Türkiyemizde ve anayasamızda eksikliği en fazla duyulan, hatta adı bile anılmayan hak: EKONOMİK VE SOSYAL ADALETTİR. Anayasalarımızda, yasalarımızda, siyasi partilerimizin ilke ve programlarında, parlemento içi / dışı konuşmalarda SOSYAL ADALET sözü çok sık kullanılmıştır. Bugüne kadar olduğu gibi sadece "kitapta" ya da "sözde" kalarak değil, sosyal adaleti uygulamaya kalksak bile beklediğimiz sonucu alamayabiliriz. Sosyal Adalet, soyuttur ve kolayca silikleştirilebilir. Sosyal adaletin; halkımız tarafından elle tutulabilmesi, gözle görülebilmesi ve yaşanabilmesi için, maddi temeline oturtulması gerekir. Sosyal adaletin maddi temeli: EKONOMİK ADALETTİR. Sosyal adalet, ekonomik adaletin üzerinde yükseltilip taçlandırılırsa bir anlam ifade eder. Yoksa, demagojiden kurtulamayız.

Birbirinden ayrılamaz ikiz kardeş olan EKONOMİK ve SOSYAL ADALET; gene birbirinden asla ayrı düşünülemez olan ULUSAL EKONOMİMİZİN GELİŞMESİ ve ULUSAL GELİRİMİZİN PAYLAŞIMI bütününde ele alınırsa gerçekçi ve doğru sentezlere gidilebilir. Sorunun iki yanı: EKONOMİK GELİŞİM ile EKONOMİK PAYLAŞIM birbirinden ayrılırsa, yalnız ADALET değil aynı zamanda EKONOMİ de kısırlaşır.

Türkiyemiz'in bugünkü tarihi durumunda, ekonomik güçlük ve geriliklerimizin, sosyal haksızlık ve adaletsizliklerimizle yarışması, kör bir tesadüf değil, bu sebebin kaçınılmaz sonucudur.

Ekonomik ve sosyal adalet ilkesini ciddiye alan bir DEMOKRASİ; fransız filozofu Condorcet'nin iki yüzyıl önce dediği gibi "En kalabalık, en fakir sınıfın maddi, manevi, sosyal ve psikolojik iyileşmesidir." İlk Cumhuriyet Anayasamız'ın en büyük eksiği; bu basit gerçeği, çok genel anlatımlar içinde görünmez hale getirmesi ve (dolayısıyla daha sonra gelecek) kişisel/sınıfsal çıkarlarının kölesi olan gündelik politikacıların dar görüşlü insafsızlıklarına bırakmasıdır.

(1930'lardan sonra adım adım gerçekleşen karşı devrim, ilk Cumhuriyetimiz'i ve onun Anayasası Halkçılık Programı'nı yok ederken, 27 Mayıs Siyasi Devrimi tarafından suçüstü yakalanmıştı. Ancak 1961 Anayasası da, gene aynı habis ruhun karşı devrimcileri tarafından iki kez "12"den vurulmuş ve yokedilmiştir.

Şimdi yaşadığımız ekonomik, politik ve sosyal kaos, belirsizlik ve krizin aşılabilmesi için; tümüyle tarihimizden dersler çıkararak yapılacak yeni bir anayasaya, bu anayasayı yapıp yürürlüğe koyacak, koruyup geliştirecek olan ulusal, demokratik, halkçı ve laik bir zeminde ve ekonomik, politik ve sosyal boyutlu bir yeniden örgütlenmeye ekmek gibi, su gibi ve hava gibi gereksinim vardır.)

Yeni bir Anayasa için temel ilkelerimizi sıralarken, ister istemez, ulusumuzun yeniden örgütlenmesi ve halk kesimlerimizin koordinasyonu ile ilgili temel ilkelerimizi de belirteceğiz.

Yeni bir anayasa için yapmamız gereken birinci iş; birçok batılı ülkeler anayasalarında dağınık (çünkü zaman zaman doğup eklenmiş) halde bulunan ekonomik ve sosyal adalet ilkelerini, ülkemiz özelliklerini dikkate alarak, kendi orijinal yapımızda SENTEZLEŞTİRMEKTİR.

Bu işin gerçek bir SENTEZ olmasına çok dikkat etmeliyiz. Herhangi bir yabancı anayasayı türkçeye çevirip alıvermek ya da bütün yabancı anayasalardan gelişigüzel parçacıkları yanyana getirivermek yetmez. Çünkü; ne öyle hazırca giyebileceğimiz tam ve mükemmel bir anayasa vardır, ne de dünyanın en güzel anayasa hükümlerini, birbirinden habersiz ölü ilkeler halinde sıralayıvermek sorunumuzu çözer.

Yeni anayasamızın bütünü, hem evrensel hem de ulusal alanda sosyal ve ekonomik adalet ilkeleriyle kaynaşmış ve sentezleşmiş olmalıdır. Temel insan ve vatandaşlık haklarının kitapta yazılı ölü kurallar halinde kalmaması, toplumsal yaşamda gerçekten işler olması için; Anayasa'nın "ANA HÜKÜMLERİ" ile "VATANDAŞ HAK, ÖZGÜRLÜK VE GÖREVLERİ" arasında kopmaz organik bağlar kurmak gerekir. Cumhuriyet devletini oluşturan DEMOKRATİK YASAMA GÜCÜ + BAĞIMSIZ YARGILAMA GÜCÜ + CUMHURİYETÇİ YÜRÜTME GÜCÜnü, bu üçlü güçler dengesini yaşama geçirecek olan: Ekonomik ve Sosyal Adalet ilkesidir. Bu ilkeye can verecek olan da; yasama, yargılama ve yürütme güçlerinin öz kaynağı olan ULUSAL İRADEdir. Yani halkımızın YARATIM+ ÖRGÜTLENME+DENETLEME yeteneğinin özgürleştirilmesidir.

YASAMA gücünün gerçekten demokratça işleyebilmesi için, halkımızın yalnızca temsil edilmesi (milletvekili seçmesi ve meclise göndermesi) yetmez. YASA TEKLİFİ VEREBİLME, DAR VE GENİŞ REFERANDUM gibi batıda sıradan olaylar haline gelmiş yollarla, HALKIMIZIN her an ve fiilen yasama yetkisini kullanabilmesi, herşeyden üstün olan ulusal iradenin gerçek etkisini sürekli canlı, uyanık ve etkin tutması gerekir. Ancak böylece gerçek ULUSAL İRADE + ULUSAL ÇIKAR yanılmaz ve yanıltılamaz bir güç olur. Ve bu güce (demokratik cumhuriyete) rağmen, bir takım oyunlarla ulusal irade + ulusal çıkarlarımızın dışında yasalar ve uygulamalar fiilen önlenebilir.

Böyle sağlam bir ulusal iradeyi ve titizlikle çıkarılan yasaları kim yaşama geçirecek? Yasama ve Yürütme güçleri. Yani MAHKEMELER ve HÜKÜMET. Bu günkü anayasa; "Yargılama hakkı, millet adına, bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır" der. Bu güzel ilke, ne yazık ki, soyut ve yerine getiricisiz (müeyyidesiz) olduğu için, yargı ve yargıç bağımsızlığı ve yargılama hakkı sonsuz aksaklık ve acılara yol açmıştır (Adliye koridorları...)

Her partinin ve her düşüncenin hergün haykırdığı YARGI(Ç) BAĞIMSIZLIĞI VE TEMİNATI için önerimiz:

1- İlgili cumhuriyet kurumunca belirlenecek adaylar arasından, yargıçların halkımız tarafından ve savcıların meclisçe seçilmeleri gerekir. Böylece, yürütmenin her türlü keyfi etkisini ortadan kaldıracak yaptırım sağlanabilir.

2- En geniş şekilde jüri sistemine geçmemiz gerekir. Böylece bizzat halkın fiilen yargılama yetkisini, adalet iradesini kullanmasını sağlayarak her türlü kişisel tasarruftan kurtulabiliriz. Herkes kadar yanılma paylı insanlar olan yargıçların vicdanlarını hakka yaklaştırıp, OBJEKTİF davranabilmelerini en yüksek dereceye ulaştırabiliriz.

Bugünkü Anayasamız; yürütme yetkisini, meclisten çıkan hükümete vermekle, doğal olarak yürütme hakkının, yapma, etme yetkisinin de MİLLET ADINA kullanıldığı gerçeğini belirtir. Ne yazık ki, tek kişi kahramanların yüce idealistliklerine (iyi niyetliliklerine) bırakılmış bulunan yürütme yetkisinin, -ister iyi ister kötü niyetle olsun- en sonunda DİKTATÖRLÜĞE dökülmekten kurtulamadığını artık Türkiye'de bilmeyen kalmamış gibidir. Hele bugün, artık o ilk devrimci ateşten ne kadar uzak düştüğümüz gözönüne getirilirse, tek kişi idealistliklerinin ne dereceye kadar soğuyabildikleri, "ademoğlu" sıfatı ile "beşer şaşar" tek kişilere veya onların "ahbap-çavuş" meclislerine, ya da partilerine ve zümrelerine Yürütme Gücünü "kayıtsız şartsız" bırakmanın büyük sakıncaları büsbütün anlaşılmıştır.

Bu açık olaylar karşısında önce, yürütme gücünün maddi desteklerini, halkımızın örgütlü İNİSİYATİF + GÜDÜM + KONTROLuna geçirerek, bizzat ulusun kendisinin bilfiil yürütme gücünü kullanmasını gerçekleştirmeliyiz. Yasa teklifi hakkı, dar ve geniş referandum hakkı yanında kamu esasına uygun yerel yönetim ve halk meclisleri; geri dönüşsüz demokratik cumhuriyetin sağlam temel ve ellerde gelişmesini sağlar.

Böylelikle asıl olan milletle vekil olan yasama-yürütme organları arasındaki boş düşme önlenebilir ve ulusumuz, yerden göğe kadar layık olduğu gerçek demokrasiyle evlenebilir.»

Böyle bir anayasayı kim, nasıl yapacak? Devletin asıl sahipleri, kendi devletlerini nasıl ulusal, demokratik, laik, halkçı ve devrimci bir cumhuriyet olarak reorganize edecekler?

İşte tüm bu sorulara verilebilecek yanıtımızı ve önerimizi yıllardır sunmaktayız. Bir kez daha yineliyoruz:

İşçi ve köylü üreticilerimizin,

memur ve esnafımızın temsilcileri;

diğer demokratik-kitle meslek örgütleri temsilcileri;

ulusalcı ve cumhuriyetçi sanayicilerin temsilcileri;

ulusalcı ve cumhuriyetçi kurumların temsilcileri

T.C. Kuvayı Milliye Kurucu Meclisi oluşturmalıdır.

Bu Meclis, bu Anayasa, bu seçim sistemi, bu partiler yasası ve bu partiler ile; hele böylesine bir iç ve dış gelişmelerin yaşandığı bir süreçte, "demokrasi, parlamentarizm ve seçim” oyunlarına kilitlenen sözümona “çözüm”ler; demokrasisiyle, parlamentosuyla, tümüyle Türkiye Cumhuriyeti’ni yok edecek yeni gelişmelere ortam hazırlayabilir.

DÜNYADA TÜRKİYE, TÜRKİYE’DE DÜNYA

Türkiye'nin jeopolitik durumu, emperyalist güçlerin stratejik ve taktik planlarının ana halkası'nı oluşturuyor.

O ana halkayı ele geçiren güç; Ortadoğu ve Avrasya'ya ve de giderek dünyaya ağırlığını koyacak.

Anadolu ana halkası %100 emperyalizmin ve dünya finans-kapitalinin eline geçtiği gün; dünyamız ve insanlık yeni bir karanlık çağın içine yuvarlanır. Ekmeği, suyu, güneşi, ormanı, sevgiyi ve özgürlüğü unuttururlar insanlığa.

Ancak, Anadolu ana halkası, yaşanabilir bir doğa ve toplum kurmaya aday halk güçlerinin elinde, dünyanın tüm mazlum halklarıyla birlikte dünyaya ebedi barışı ve özgürlüğü getirebilecek bir lokomatif görevini de yerine getirebilir.

Evet! Böylesine bıçak sırtı bir yol ayrımındayız. Emperyalizmin teorisyenlerinin dediği gibi "The West. And the rest of the West". "For the West or for the rest of the West": (Batı. Ve Batı’nın dışındakiler. Batı için ya da Batı’nın dışındakiler için.)

Batı da tek ve bütün değil. Bir yanda Amerika-İsrail, diğer yanda Almanya'nın başını çektiği Avrupa. "Batı" iki başlı. Hatta bu iki baştan her biri kendi içinde bölünmüş: İsrail, Amerika'ya rağmen bölgesel projeler geliştirmekte. İngiltere, Almanya'ya rağmen, Amerikan etkisiyle 3. Yol projelerini yeniden gündeme getirmekte. Rusya, Japonya ve Çin ise "Doğu"nun üç ana etkeni. Ama bu 7 gücün ana ilgi odağı Ortadoğu ve Avrasya. Bu iki coğrafyanın da merkezi Türkiye.

21. Yüzyıl, başta Türkiye olmak üzere, dünya mazlum halklarının kurtuluş mücadelelerinin yüzyılı olacak. Önümüzdeki yüzyıl; dünyamızı "Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar"dan kurtarmak ve 100 binlerce yıllık insanlık tarihinde ancak son 4500 yıldır bir virüs gibi insanlığı kemiren kâr ve sömürüye dayalı sistemlere son vererek yaşanası bir doğa ve toplum düzeninin ulusal coğrafyalarda kurulmaya başlayacağı yüzyıl olacaktır. Böyle bir sürece hazırlıklı olmalıyız. Ve bu süreçte tarihin bize yüklediği misyonu yerine getirmeliyiz. Bu dünyada yaşayabilmenin başka bir yolu ve çaresi kalmamıştır.

Her canlı yaşama güdüsüyle, yaşam araçlarını ve ortamını bulur ve dengelerini kurar. Bitki güneşe ve toprağa yönelir, yaşayabilmek için. Hayvanlar, dişleriyle ve tırnaklarıyla çabalar, yaşayabilmek için. Artık bizlerin de bitki ve hayvanlardan örnek almamızın zamanı geldi de geçiyor bile. Bu yaşanmaz doğa ve toplum şartlarını ve onları yaşanmaz kılan etkenleri ortadan kaldırmalıyız ki bildiğimiz evrende insan soyu yaşamaya ve gelişmeye devam edebilsin. Aksini düşünmek ve yokedip yokolmaya boyun eğmek insanlığa yakışır mı? En basit canlı organizma bile, amip ya da terliksi hayvan bile yaşamak için çırpınırken, insan, yaşanabilir bir doğa ve toplum için mücadele etmesin! Olur mu böyle bir terslik?

Tüm bu nedenlerle; 1997'nin Haziran ayında yaptığımız öneriyi bir kez daha tekrarlıyoruz:

Ülkemizde, 1930'lardan beri hızlandırılan sömürgeleştirme ve özelleştirme çapulu; Osmanlı'dan "miras" kalan feodal, tefeci ve tüccarların irtica kışkırtmasıyla katmerlenmiş, bölücülük, gericilik ve şovenizm; emperyalizm ve yerli ortakları tarafından palazlandırılmıştır.

Uluslararası ortaklı holdinglerinin kârlarını ulusal çıkarlarımızın üzerinde tutan yerli egemen zümreler ve onların siyasi uzantıları; sadece "gaflet, dalalet ve hiyanet içinde" olmakla kalmadılar, "şahsi menfaatlerini" emperyalist tefecilerle birleştirip halkımızı ve ülkemizi sömürgeleştirmekle de tatmin olamıyorlar.

Bir kısmı, başta Alman emperyalizmi olmak üzere Avrupa Mandacılığına, diğer bir kısmı da Amerikan-İsrail mandacılığına hizmet ediyor.

Daha düne kadar kendi elleriyle besleyip azdırdıkları irticai ve şovenist çetelerin maskeleri düşüp gerçek yüzleri açığa çıkınca ne yapacaklarını şaşırdılar. "Ne yardan ne serden" vazgeçebiliyorlar. Bir yandan emperyalizme uşaklıklarını "çağdaşlık", CIA ajanlıklarını "vatanseverlik", Susurluk çetelerini "milliyetçilik" diye yutturup gizlemeye kalkıyorlar; diğer yandan demokrasi ve cumhuriyet düşmanı şeriat-tarikat-irtica şebekelerini, "demokratik parlamenter sisteme bağlıyız! Elimizden birşey gelmiyor!" demagojisiyle kollamaya çalışıyorlar. Cumhuriyet kurumları ve halkımız; Cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine sahip çıkıp irtica karşısında ağır basarsa bu taraftan, irtica ağır basarsa karşı taraftan görüntü verecekler. Böylece her "yol" gene "Roma'ya" çıkacak. Kirli ve kârlı ellerini halkın kanıyla yıkayacaklar.

Bir kaç yıl önce; "Hükümeti şu veya bu parti kurmuş, bizim için önemli değil. Refahlı da olur Refahsız da. Önemli olan istikrar, istikrar, istikrar." (Buradaki "istikrar" sözcüğünün anlamı "KÂR"dır.) diyenler daha sonra Ecevit-Bahçeli Hükümeti’ne tam destek verdiler. O seçimlerden önce; “Bu Meclis, bu Anayasa, bu seçim sistemi, bu partiler yasası ve bu partiler ile; hele böylesine bir iç ve dış gelişmelerin yaşandığı bir süreçte, ‘demokrasi ve parlamentarizm gereği’ diye seçime gidilirse, Türkiye'de demokrasiyi, cumhuriyeti ve parlamentoyu yok edecek bir kaos ortamına düşülebilir.’ demiştik. O kaos ortamı yaşandı.

AKP o kaos ortamının ürünü oldu.

- Seçimlerden önce “ulusal sol” ve “milliyetçi” olduklarını söyleyerek ve bunun gereklerini yapacaklarını iddia ederek iktidara gelen koalisyon ortakları, Tahkim, özelleştirme, etnik-dinsel kışkırtmalar ve ılımlı ya da demli irtica konularında nasıl bir sınav vermiştir?

- Kârdan başka birşey düşünemeyen zümrelerin ve onların siyasi uzantılarının kayıtsız şartsız egemen olduğu parlamentomuz, sömürgeciliğe, irticaya ve çetelere hergün güvenoyu vermekten başka ne yapabiliyor? Ne yapabilir?

- Halkımız, bu Meclis'e ve oradaki partilere ne kadar güveniyor? Ya da güveniyor mu?

- Bu Meclis bağımsız, demokratik ve laik bir Cumhuriyetin Meclisi mi? Milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine bağlı ve Kuvayı Milliyeci bir Cumhuriyetin milletvekilleri mi? Ettikleri yemine bağlı kalabilmiş kaç milletvekili gösterebilirsiniz?

- Bu Meclis, halkımızın hangi temel sorununu çözebilmiş? Ya da çözmeye kalkmış? Böyle bir niyeti var mı?

- Üst düzey devlet yönetiminde bulunmuş parti yöneticileri ve bazı milletvekillerin; CIA ve MOSSAD ile, "şerefli, vatansever katiller" ile, "namuslu silah ve eroin kaçakçıları" ve Susurluk çeteleriyle ilişkisi var mı?

- "Son sosyalist devleti yıkıyoruz" diyenler, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün cumhuriyetinden başka neyi kastediyorlar?

- Milletin %20’sini bile temsil edemeyen bir bir partinin parlamentonun %70 çoğunluğunu kontrol altında tutması ile nasıl bir demokrasi oyunu oynanmak isteniyor?

- Tüm bu ve benzeri sorulara verilecek yanıtlardan nasıl bir sonuç çıkar? Bu sonuç, yeni bir soruyu; bu Meclis'in meşru bir cumhuriyet Meclisi olup olmadığı sorusunu gündeme getirmez mi? Yanıtlar, bu Meclis'in, anyasada tarifi yapılmış cumhuriyeti savun(a)madığını, hatta ‘tebdil ve tagir’ etmeye kalktığını gösterirse, bu Meclis ya da milletvekilliklerinin çoğunluğu kendiliğinden "münfesih" sayılmaz mı? Bu Meclis'in ya da milletvekili çoğunluğunun, cumhuriyetin temel niteliklerine göre yok sayılması gerekiyorsa, "asıl olan millet" bu Meclis'i tanımama; kendi halk örgütleri ve cumhuriyetçi kurumlarıyla birlikte yeni bir Kurucu Meclis oluşturma, o meclisle, yeni bir anayasa, seçim sistemi, partiler yasası vb. yapma hakkına sahip değil midir?

- 1919 Kuvayı Milliyeciliğimiz ve ilk meclisimiz, aynı gerekçelerle oluşmadı mı? Şimdiki "ahval ve şerait" çok mu farklı? Seçimlere kadar görev yapacak bir Kuvayı Milliye Kurucu Meclisi önermek; 146'lık bir suç mudur?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, ilk Kuvayı Milliyeciliğimizin, 1919 Halkçılık Programı'nın ve 1961 Anayasası'nın ışığında geri dönüşsüz ulusal, demokratik, halkçı, devrimci, bağımsız, laik, sosyal hukuk cumhuriyeti ilkelerine, ekonomik ve sosyal adalete dayalı bir anayasayı, seçim yasasını, partiler yasasını vb. yaşama geçirecek olan böyle bir Kuvayı Milliye Meclisi; Türkiye Cumhuriyeti'nin "ülkesi ve ulusuyla" bir bütün olarak korunup geliştirilebilmesi için son şans değil mi? Bu meşru ve demokratik halk inisiyatifinin doğal müttefikleri; tüm ortadoğu halkları, Kafkaslardan Çin'e kadar uzanan Kardeş Halklar ve dünyanın tüm mezlum halklarıdır.

- Parlamento içindeki, ulusal, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk cumhuriyetinden ve tam bağımsızlıktan yana olan milletvekilleri, gene aynı nitelikteki bilim adamları, ulusal bağımsızlıkçı sosyalist partilerin liderleri, halkçı, cumhuriyetçi ve ulusalcı diğer siyasi eğilimlerin ve yayınların liderleri, sendikaların, meslek odalarının, Mülkiyeliler ve Barolar Birliği'nin, Anayasa Mahkemesi'nin, demokratik kitle meslek örgütlerinin, gazetecilerin, ulusalcı sanayicilerin ve askerlerin temsilcilerinden oluşacak böyle bir Kuvayı Milliye Kurucu Meclisi yaşamsal bir gereksinim değil mi?

Tüm bu toplum kesimlerimizin temsilcilerine, böyle bir Kuvayı Milliye Kurucu Meclisi'nde görev alıp alamayacaklarını sorup bu öneriyi desteklemelerini istesek; ukalalıkla veya işgüzarlıkla ya da hayalcilikle, hatta (daha kötüsü) delilikle mi suçlanırız? Alaycı kahkahalarla "siz de kim oluyorsunuz?" denebilir.

Buna rağmen denemeye değer diyoruz ve halkımızın, halk idaresini (cumhurun, cumhuriyeti); Kuvayı Milliye Kurucu Meclisi ile yeniden ele almasını öneriyoruz.

(KUVAYI MİLLİYE dergisinin Mart-Nisan 2000 tarihli 21. sayısından)