Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

MEHMET ASLAN'DAN EDEBİYAT SOHBETLERİ (1)

Yazar Mehmet Aslan
22 02 2007

TÜRKÇEM, BENİM SES BAYRAĞIM! (1)

Doktorlardan pek hazetmem. Mecbur kalmadıkça semtlerine uğramam. Belki de bu yüzden, 1999 yılının Mayısında takla atarak İzmir Dokuzeylül Hastanesi’ne düştüm: Akut pankreatit!.. Doktorlar yüzüme “fifty-fifty” diyorlardı, yakınlarıma ne söylüyorlardı Allah bilir… Arka arkaya üç ameliyat ve iki ay süresince serumla beslenmekten dolayı iskelete dönmüş bir vücutla en sonunda yırttım.. Aynı günlerde, aynı hastanede ve aynı serviste gırtlak kanserinden yatan Can Baba ise yırtamadı, orada kaldı... Taburcu olacağım gün, beni ameliyat eden Dr. Ahmet Çoker’le son konuşmamızı yapmak için odasına gittiğimde, masasının yanındaki panoda el yazması bir şiir gördüm. İmza yoktu, ama bir Can Yücel şiiri olduğu her halinden belliydi. Gastropod’lardan (karından bacaklılar) filan söz ediliyordu şiirde. Kanser gırtlağını tahrip ettiği için, son dönemde Can Baba’yı yemek borusuna bağlanan bir hortumla beslemişler...

Lisedeyken “66. Sonnet” ile başladığımız dostluk, bizi en sonunda 1999’da bir hastane macerasında birleştirmişti...

Ben yırttım, o kaldı...

Keşke!... diyeceğim, ama Can Baba vereceklerini vermişti bize, artık Datça’da dinlenmeyi istiyordu herhal...

Onun izinden giderek bir şeyler karalamaktan başka çare yoktu...

Ben de onu yaptım: Kötü çevirilmiş iyi şiirleri yeniden ele almaya çalıştım...

Ama önce Can Yücel’in çeviri anlayışını çok güzel anlatan Fatih Özgüven’in bir yazısı ve arkasından o muhteşem “66. Sonnet” ve Can Yücel’in dilinden özbeöz Türkçe’si...

Türkçe söyleyen: Can Yücel

Fatih Özgüven

Amerikalı şair Robert Lowell, hayatının bir döneminde bazı Rilke'leri, Baudelaire'leri, Villon'ları o kadar çok sevmiş ki, onları 'kendi dilinde söylemek' için büyük bir istek duymuş. (Bu bazı insanların başına sık sık gelir. Tutkuyla yapılan çevirmenliğin aslı faslı budur; kulağınızda dolanıp duran bir sesi kendi dilinizde de çıkartmak istemek.) Böyle durumlarda insan öncelikle öbür dilin güzellikleriyle, imkanlarıyla sarhoş olduğu için, kendi dili ona ilk bakışta eksik ve cılız gelir. ("Bu Türkçede nasıl söylenir ki ?!") Ama çok geçmeden bu atlatılır. Çünkü o sesi kendi dilinde de çıkartmak istemek, aslında kendi tuhaf, öksüz, harikulade dilinin imkanlarını da sevmek demektir. Dilin sınırlarını zorlamak, nereye kadar gidebileceğini görmek. "Çevirdiğim bütün şiirlerin orijinalleri önemli şiirlerdir," diyor Lowell, "Birçoğu İngilizce'de mümkün değildi. Bu yüzden (çevirilerimde) bana göre tam doğru sesi yakalamak için şairlerin kendilerine tanıdığı özgürlüğün aynısını ben de kendime tanıdım." Cesur karar; Lowell, bu 'çevirileri' bir kitapta topladığında da bu kitaba Imitations (Taklitler) adını vermeyi uygun görmüş. Hem bunlar orijinallerin taklitleridir demeye getirme alçakgönüllülüğü var burada, hem de çevirmenin o ebedi heyecanına, duyduğu sesi 'taklit etme' dürtüsüne bir gönderme.

Lowell'in 'taklitleri' Can Yücel'inkilerin yanında mahçup bir gençkızınkiler gibi kalır. Can Yücel, Fransızca'da panache, Yidiş'de chutzpah denen şeye sahip biriydi. Bu kelimelere Türkçe'de birçok karşılık önerilebilir ama Can Yücel’cesi sanıyorum tektir: "taşaklı". Can Yücel, politikasında da, çevirisinde de böyle biriydi. Onun bu tavrının -diğer faydalarının yanısıra- Türkçe'ye en güzel Shakespeare çevirilerinden birini (belki de bir kaçını) kazandırdığını hatırlamak onu anmaktır. Başar Sabuncu'nun bir ara kurumsal Türk tiyatrosuna iman tazelememizi sağlayan - sonra geçti- Bahar Noktası'nı (A Midsummer Night's Dream) seyredeli epeyce oluyor. Ama Can Yücel'in Shakespeare 'söyleyişi' hâlâ kulağımda: "...haydi kırbaçlayalım o lagar geceyi!" (Babaron rolündeki Yalçın Boratap'ın nefis vurgusuyla). Oberon, Babaron'du, Titania Müzeyyen, Bottom Öreke'ydi. Her şeyden önce dil mucizesini gösteriyordu; oyuncular yeniden doğmuş gibiydiler. O birbirinden lezzetli, hepsi Türkçe'nin değişik dönemlerine, değişik katmanlarına ait sözcükler karışımını şekerlemeler gibi ağızlarında yuvarlıyorlardı. Ne zevk. Hepsi de onları annelerinden babalarından, ailelerinden, alaturka şarkılardan, başka şiirlerden, hamasi nutuklardan, Rum ya da Ermeni komşularından, başka konuşmalardan hatırlıyorlardı. (Bu anlamda Can Yücel'in dili bir taklitten çok öteydi, koyu, güzel bir pekmez gibi akıyordu.) Shakespeare'in metni sanki mayalanmış, kabarmış, yeniden canlanmıştı, bütün şiiri ve edepsizliğiyle ortaya serilmişti. (Can Yücel'in 'Fırtına' çevirisi de aynı güzelliktedir.) Bir görüşe göre ise, Can Yücel tavrının gelip dayandığı sınır çizgisi, belki de Hamlet çevirisinde Danimarkalı Prens’e: "Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu..." yerine Türkçe'de "Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin..." dedirtmesiydi. Hamlet böyle der mi demez mi, demeli mi dememeli mi? Her çağda her yola gelen Danimarkalı bunalım prensin Elizabeth döneminin bir çeşit Gülhane Parkı Konserleri ortamı için yazan bir yazar tarafından Meşhurların Hayatları gibi kitaplardan derlenip çatıldığını göz önünde bulundurursak, Shakespeare'in 'güzelliğinin' de her yola gelmesi, Brecht öncesi Brechtienliği, postmodernlik öncesi postmodernliği, fakat postu hiçbir "post -"a ya da 'modernite'ye kaptırmaması olduğunu düşünürsek, neden olmasın? Can Yücel tiyatro dilinin, özellikle de Shakespeare dilinin doğası itibariyle 'avam' olması gerektiği gerçeğini kavramıştı. Dil, özellikle sahne gibi yerlerde, yaşanan günün bütün inceliklerine sahip olduğu ölçüde gerçekten 'konuşuyor', bize acil bir şey söylüyor. Gerisi ölü doğmuş tiyatro.

Bu her yazara yapılabilir mi? Can Yücel'in -kendi ağzıyla da söylediği gibi- Tennessee Williams ya da Scott Fitzgerald gibi 'nazenin' bulduğu yazarlara fazla tahammülü yoktu. Bir zamanlar, Can Yücel'in Muhteşem Gatsby çevirisinin ilk cümlesi tüylerimi diken diken ederdi: “Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, hâlâ küpedir kulağıma." (Arkasına bir dize daha koyun, halk türküsü olsun.) Zamanla biraz alıştım. Okuduğumuz kitaplar biraz da onlara yansıttıklarımızdır. Gatsby neden ille de Robert Redford ve şürekası olsun? Bu açılış cümlesi ona ait değil gerçi ama, serveti şüpheli, geçmişini ısrarla unutmak isteyen Gatsby neden Amerika'nın içerilerinden üçkağıtçı bir müteahhitin oğlu olmasın?

Sonnet 66

by William Shakespeare

Tired with all these, for restful death I cry,
As, to behold desert a beggar born,
And needy nothing trimm'd in jollity,
And purest faith unhappily forsworn,
And guilded honour shamefully misplaced,
And maiden virtue rudely strumpeted,
And right perfection wrongfully disgraced,
And strength by limping sway disabled,
And art made tongue-tied by authority,
And folly doctor-like controlling skill,
And simple truth miscall'd simplicity,
And captive good attending captain ill:
Tired with all these, from these would I be gone,
Save that, to die, I leave my love alone.

66. Sonnet

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

Türkçe Söyleyen: Can Yücel