Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

MUSTAFA PEKÖZ: SAİD-İ NURSİ'NİN CELAL BAYAR'A, FETHULLAH GÜLEN'İN GÜL'E TEBRİK MESAJI

Yazar Çağdaş Balcı
06 09 2007
Her şeyden önce bilinmelidir ki, sınıf mücadelesi tek başına kaçınılmaz bir mekanik sonucu oluşmaz; uzun süreli bir mücadele-örgüt pratiği etrafında şekillenir. Bu çatışmaya, salt “ekonomist” veya “kendiliğindenci” bir vasıf yüklemek bizzat Marksizm’in doğasına aykırı olan bir davranıştır. 20. yy’da yaygın bir şekilde egemenlerin tahtını sallayan devrimlerin de, bu yargıyı doğrular nitelikte olduğu açıktır. Her biri çok zor şartlar altında, şiddetli baskılara rağmen başarılabilmiştir. Bırakalım devrimsel süreci, basit ilerici hareketler dahi, bizzat yürütücü sınıfların inisiyatifi doğrudan ele almasıyla oluşur. Her türlü hak arama mücadelesinin, binlerce cana mal olması bu durumun bir kanıtıdır.

Modern emperyalist-kapitalizmin kökeni sayabileceğimiz fizyokratların düşünceleri ile epey benzerlikler gösteren bu “kendiliğindenci” akım, sol/sosyalist düşünce içerisinde epeyce palazlanmış, yaşama imkanı bulmuştur. Her zaman sınıf mücadelesini ve sınıf bilincini maskeleme görevini üstlenmişlerdir.

Marks bu durumu, Birinci Enternasyonal’in yürütme kurulu adına, Romanik İsviçre Federatif Komitesine 1 Ocak 1870’de yazdığı bir mektupta şu şekilde açıklar:

“İngilizler, toplumsal bir devrim için gerekli bütün maddi önkoşullara sahiptirler. Onlarda eksik olan ise genelleştirme ruhu ve devrimci heyecandır. Buna sadece yürütme kurulu çare bulabilir ve bunu yapmakla, bu ülkede ve bu yüzden her yerde gerçek devrimci hareketin gelişmesini hızlandırır. (…) Bizi, işçi sınıfını zehirlemekle ve İngiliz ruhlarını nerdeyse boğmakla ve onları devrimci sosyalizme sürüklemekle açıkça suçlamaktadırlar.”

Konuya bu açıdan bakıldığında, objektivizm-sübjektivizm ikilemi net bir şekilde kavranmaktadır. Lenin’in de büyük sermayenin oluştuğu ve tekelleri yarattığı bir dönemde belirttiği üzere “İçinden çıkılamayacak hiçbir ekonomik sorun yoktur.” Hele, teknolojik olanakları sayesinde gerek psikolojik gerekse fiziksel alanda, istediğini kabul ettirebilme imkanına sahip olan bir burjuva iktidarı ile karşı karşıya kalındığında, inisiyatifi ele almanın sübjektif ilişkiler açısından az önem taşımadığı açıktır. Bundan dolayıdır ki, hakim sınıfların modern ülkelerinde, bugün sendikalar serbesttir, işçi grevleri rahat yapılabilmektedir. Bununla birlikte, işçi sınıfının mesleksel alandaki taleplerini yansıtan basit sendikal hareketlerin temsilcileri, iktidar hakkına dahi sahip olabilmektedir. Rahat yaşama koşullarında, sağlıklı ve az saat çalıştırılarak verim alınan işçi; isyana gebe bir emekçiden oldukça fazla kâr sağlayabilmektedir.

Bu doğrultuda olaylar tahlil edildiğinde, sistemin, basit revizyon niteliğindeki reformlarla değil de, olayların ekonomik özlerini ve tarihi köklerini ifade eden sınıf mücadelesi aracılığı ile ebediyen yok edilebileceği açıktır. Sınıf mücadelesini engellemenin en kolay yolu da “muhalefeti kontrol altına alma” çabaları içerisinde işçilerin sınıf bilincini yok etmektir.

Türkiye’de Sınıf Mücadelesinin Maskelenmesi

Ülkemizde de bu tipte akımların başta gelenini KADRO-YÖN-DEVRİM çizgisi oluşturmaktadır. Bu konuyu incelemek, cumhuriyet mitingleri ve seçimler atmosferinde yaratılan laiklik-şeriat ve Türk-Kürt gerilimlerinin baş aktörü olan ulusalcılık çizgisini de anlamamızı kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, yakıcı nitelikte güncel bir sorundur. Günümüzde ulusalcılık anlayışının mimarlarının, eski YÖN-DEVRİM çizgisinden olması ve gerek teorik gerekse pratik sorunlarda “YÖN”ün reflekslerine benzer bir takım aksiyon içine girmeleri de konuyu ilginç kılmaktadır. Ancak Marks’ın Louis Bonaparte’nin 18 Brumeire adlı kitabında belirttiği gibi

“Tarihte olaylar iki kez yaşanır; ancak birincisinde gerçeklik, ikincisinde ise komedi olarak.”

“YÖN”ün günümüzdeki geçerliliğinin ve tarihsel anlamının ciddi bir değerlendirmesi, ancak bu teorinin sınıflar diyalektiği ve üretici güçler içerisindeki gerçek yerinin saptanması ile mümkün olabilir. Bu tarihsel süreç de, tıpkı herhangi bir süreç gibi, teorinin gelişmesi ile üretici güçlerin fiili gelişmesi arasındaki yakın etkileşim içinde, kendi iç çelişkilerine indirgenerek doğru kavranabilir. KADRO’nun teorik açıdan derinleştirilmiş biçimi olan ve DEVRİM’in Türkiye tarihinde önemli yer tutan tarihsel sıçrayışlarında pratik altyapısını oluşturması açısından “YÖN”ün yönünü ayrıntılı tahlil etmek faydalı olacaktır.

Genel Çizgi açısından KADRO ışığında “YÖN” Devrimciliği

Genel çizgi açısından, “YÖN”e baktığımızda Türkiye orijinalitesi adına bir “Türk sosyalizmi” yaratma çabalarını görürüz.

Evet, bir ülkenin orijinalitesi, devrim mücadelesinde büyük önem taşır. Bu bilgileri göz ardı ederek girişilen her icraat başarısız olmaya mahkumdur. Örneğin 1970’li yıllarda bir kesim devrimcinin Mao ,diğerlerinin ise SBKP veya AEP çizgisinde olması, taklitçilikten öteye gidememiştir. Sorulması gerekir; Mao, Enver Hoca, Lenin veya Mustafa Kemal gibi herhangi bir lider, kendi ülkesinde diğer ülkelerin devrim mücadelesi taklit ederek mi başarılı olmuştur. Aksine, her biri yaşanmış bütün tecrübelerin sentezine ulaşmış ve ülkelerine has taktikler ile işbaşına gelmiştir.

Ancak bu tip revizyonist akımların yanında, belki ondan daha tehlikelisi ülke orijinalitesini değerlendirme adı altında evrensel tarih kurallarını ve bilimsel verileri yok saymaktır. Bu yol, her zaman milliyetçilikten başka felaket getirmemiştir. Kaldı ki Türkiye, evrensellikten uzak, orijinal tezlere sahip olacak bir ülke değildir. Bizzat dünyanın merkezindedir. Amerika gibi sonradan keşfedilmiş, Japonya gibi geç kapitalizm sahnesine girmek gibi ayırıcı özellikleri sınıf düşüncesini yok edecek olan bir ülke değildir. Bizim farklı özeliklerimiz tüm dünyayı etkilemiştir, tüm dünyaya mal olmuştur. Çünkü coğrafi konumumuz ve tarihsel mirasımızın gücü bunu başarabilmiştir. Ancak “YÖN”ün tarih-politika anlayışı öylesine kıttır ki, pek savundukları asker-sivil aydın zümre, milli iktisat, sınıfsız-kaynaşmış kitle gibi orijinalitelerimiz(!) bile yetirince savunulamaz. Bu hataların temelinde yatan nedeni, Dr. Hikmet Kıvılcımlı açıklıyor:

“Bu biraz fazlaca medrese kokan mantık, her şeyden önce tarihsel maddeciliğin iliklerine dek realist diyalektik anlayışını skolastiğe çevirmek olurdu. Önce tarihsel maddeciliğin kurucuları kadar yanılmış olmaktan korkmayan, hele yanıldıkları zaman bunu dünyanın en temiz içtenliği ile herkesten önce kendileri, kendilerine takılarak açıkça itiraf etmeyi seven ikinci bir düşünücüler ekibi göstermek güçtür. Onlarca tek değer: gerçek olayındır. Eğer olaylar bir formülü doğrulamıyorsa, yani bir formül gerçek olaylara uymuyorsa: değiştirilmesi gereken şey olaylar değil formüldür. Formülün gücü. Formülün gücü ve yetkisi –şu veya bu kitapta yazılı, şu veya bu otoritece söylenmiş olmasında değil- gerçek olaylarla uygun düşmesindedir. Mutlak gerçek: dogmatizme dayanmaz.”

“YÖN”cü bayların iddiası, sosyalist oldukları yönündedir. Ancak Marksizm’i halkımızın yapısına uymadığı gerekçesiyle reddetmektedirler. Unutuluyor ki en basit sözlükte bile yazan şey, Marksizm’in bilimsel sosyalizm ile eş anlamlı olduğudur. Yani Marks, geçmişten beri insan topluluklarının eşitlik-adalet-özgürlük-onur özlemlerini simgeleştirdiği “komüncülük” ruhunu Hegelci idealist diyalektik ve Feuerbachçı sezgici materyalizmden soyutlayarak bilimsel boyuta sokmuştur. Yani Marks’ın adında veya bedeninde bir keramet, ilahi bir güç yoktur. Onun yaptığı tek şey bilimdir. Yani bugün Marks dışında bir sosyalizm savunmak mümkün değildir. “Kapital” anıt eseri üzerine, burjuva iktisatçılarının tek bir tümce dahi ekleyememesi bu tahlilin kanıtıdır. Dolayısıyla halkın gözünde sosyalizmi karabasanlaştıran Süleyman Demirellerin, Tayip Erdoğanların yanında, ülke orijinalitesini(!) kendilerine miğfer edinmiş olan bu tip “YÖN” devrimcilerini de dikkatle incelemek gerekir.

Meydanlarda anti-kapitalist emek eksenli bir çizgide, ABD ve AB emperyalizmine karşı çıkan halklarımızın aksine, olayı irtica-inkılap çelişkisine indirgeyen medyamızda sözü en çok geçenlerin “YÖN”den olması ne büyük bir tesadüftür. Milliyetçilik gibi kapitalizmin şafağında doğmuş ideolojiler, bu tip durumda bu bayların hemen imdadına yetişir; böylece laik-şeriatçı çatışmasının yanına bir de Türk-Kürt çatışması konuluveririr.

Türk halkının Kanuni’den beri diline pelesenk ettiği “devlet baba”, Kemal Tahir gibi aydınların dilinde “devlet ana” kelimeleri, KADRO devrinden beri süregelen devleti yüceltme anlayışının temeli olmuştur. “YÖN”cü sosyalistler ise kendilerinin bilimsel sosyalizmden ayrıldıkları noktaların en önemlisini, Marksist-Leninistlerin devletin kendisine karşı olması, bu yönüyle anarşizm ile eşdeğer olduğu; ancak doğu toplumlarında devletin kendisinin bir koruyucu özellik taşıyıp antiemperyalist, antikapitalist savaşta devlete rağmen değil de devletle birlikte hareket edilmesi anlayışı olarak söylemişlerdir.

Marksist-Leninist ideoloji, devlet teorisine nasıl bakıyor?

Şüphesiz bu durum kütüphaneler dolusu bir literatür oluştururken burada kısaca bahsetmek yeterli olmayacaktır; ama Leninist devlet teorisinin anarşizmden ve sosyal demokrat teoriden farkını belirtmek gerekiyor; daha sonra bu durumun doğu imparatorluklarında gelişim prosesini inceleyebiliriz.

Bilimsel sosyalist teoride, devlet her koşulda bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı aracıdır. Sosyalistler devletin bu açıdan varlığını reddederler; anarşizmden ayrıldıkları yön ise olayı bireysel değil sınıfsal incelemeleri ve devleti belli süre boyunca gerekli görmeleridir. İçinde bulunulan burjuva devlet de kapitalistlerin proletarya üzerinde baskı aracıdır. En ileri burjuva devleti biçimi olan “demokratik cumhuriyet” yönetimi dahi baskı mekanizmasıdır. Bu baskısını devlet, bürokrasi ve ordu aracılığı ile kullanır. Ancak proletaryanın iktidarı ele alması, devrim, devleti yok edecek bir özellikte ve güçte değildir. Dolayısıyla bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aracı olan yeni bir devlet doğurur. Ancak bu sefer, bu devlet proletaryanın burjuvaziye baskı aracıdır. Bu durumun adı da, “proletarya diktatörlüğü”dür. Burjuva demokrasisi yerine, gerçek demokrasi olan proletarya demokrasisi konmuştur. Bu inkişaf prosesi, kapitalizmden komünizme geçişin ilk aşamasıdır. Her sınıf varlığını sürdürür. Ancak sınıfsız bir yapıya sadece bu yoldan, diktatörlük sayesinde ulaşılabilir. Zaman geçtikçe, “hükümetlerin idaresi” yerini “şeylerin idaresi”ne bırakır. “Herkesin yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!” sloganının geçerlilik kazanacağı bir aşamada devlet solar/söner. Bir “devlet biçimi” olan “demokrasi” ye de ihtiyaç kalmaz. Yani Marksist-Leninistlerin devlet karşıtlığı, anarşistlerinki gibi yaşamsal temellerden yoksun ütopik bir teori değildir. Diyalektik yöntemin ulaştığı bir sonuçtur. Görülüyor ki, sosyalistler devrim aşamasında “devlete karşı” şiarını öne sürmezler, yeni bir proleter devleti yaşama geçirmeyi savunurlar. Ancak daha sonraki süreçte devletin söneceği fikrini de hiçbir zaman unutmazlar. Bu bilgiler, Lenin’in Ekim Devrim’inden, Marks-Engels’in Paris Komünü deneyiminden çıkardığı sonuçları taşımakla beraber bilimsel bir nitelik taşır. Kautsky, Bernstein, Akselrod, Vandermelde vb. oportünistler ise dünya savaşı yıllarındaki sosyal-şovenist “anayurt savunması” gibi emperyalist teorileri yaşama geçirme amaçlarından olsa gerek, devletin söneceği bilimsel gerçeğini sürekli tahrif etmişlerdir. Devletin sürekli devamından yana olmuşlar, dolayısıyla devrimin temel özelliği olan burjuva devletin parçalanıp yerine proleter devletin konulması kuralını kabul etmemişlerdir. Eğer antiemperyalist bir devrim süreci söz konusuysa bu işin burjuva devlet mekanizmasının zor yolu ile parçalanma sürecinden geçmesi gerektiği açıktır.

Doğu toplumlarında da, gerek kadim çağlarda gerekse dünyada sosyal devrimlerin yaşandığı günümüzde, devletin niteliği bu yöndedir. Emperyalizmin işbirlikçilerinin baskı aracıdır. Antika medeniyetlerimizde ise, uygarlığın ilk kuruluş yıllarındaki topluluk, bir devlet olarak nitelendirilemez. Devlet ancak egemen bir sınıf ortaya çıktığı zaman “para” ile birlikte oluşur. Bizans’ta tekfurlarla özdeşleşen derebeylik, İbni Haldun’un doğu medeniyetlerini yüz yıl ömürlü tavaifulmuluk şeklinde ifadesiyle oluşur. Devlet, doğu toplumlarında her zaman medeniyetin batışının simgesidir. Özel mülkiyet yerine kamu mülkiyetinin yaygın olduğu dönemlerde devletin varlığından ve baskısından bahsetmek söz konusu değildir. Bu, barbarların yeni bir orijinal medeniyetinin veya yaptıkları aşının etkisiyle beliren rönesansın ilk evresidir. Aslında kamu mülkiyeti ile devlet mülkiyetinin aynı anlamda kullanılması da insanlarımızın Leninist teoriden uzaklaşmasının önemli bir aracıdır. Kamu mülkiyeti –ismi üzerinde- insanların/topluluğun ortak malıdır. Devlet mülkiyeti ise gittikçe derebeylileşen yapının egemen sınıfın ürettiği bir baskı aygıtına aittir. Dolayısıyla bir çeşit özel mülkiyettir. Osmanlı’da dirlik düzeninin terk edilip kesim düzenine geçilmesiyle bu prose yaşanmıştır. Daha sonraki evre ise devletin oluştuğu feodal yapıdır. Genel çizgi, geriye ve ileriye gidişlerin yaşandığı zıtlıklarla birlikte bu şekildedir. Önce barbar aşısıyla eşitlikçi-kamu mülkiyetine dayanan bir topluluk medeniyet kurulur. Daha sonra medeniyet devletin de belirmesiyle derebeyleşir, çöküşü yaklaşır.

Mustafa Kemal de bu olayı sezmiştir:

“Müstemlekecilik ve emperyalizm yer yüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”

Sonuç olarak devlet, bugün de bizi emperyal tehlikelere karşı koruyan bir güç değil; emperyal tehlikenin kendisidir. Geçmişin “para” ile oluşturduğu yapının adı, sosyal devrimler çağımızın “kapitalizmiyle” eşdeğerdir.

Özel Çizgi Açısından “YÖN” Devrimciliği

Genel çizgi olarak inceldiğimiz ”YÖN”ün biraz da ayrıntılarına girelim…

27 Mayıs İhtilalinden sonra sol eğilimlerin artmasıyla birlikte, Kadro dergisinin fikirlerini benimseyen bir grup aydın, Doğan Avcıoğlu’nun önderliğinde bir dergi kurdular. “YÖN” dergisi, 20 Aralık 1961 yılında ilk sayısında bir bildiri yayımlayarak 222 sayı sürecek yayın hayatına başladı. Dergi’nin kurucuları; Doğan Avcıoğlu, Cemal Reşit Eyüboğlu ve Mümtaz Soysal’dır. İmtiyaz sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürlüğü görevini Doğan Avcıoğlu üstlenmiştir. Yön’ün ilk sayısındaki bildiriyi geniş bir kitle –tam 1042 kişi- imzalamıştır. Bu açıdan, fikir ortamında ve entelektüel camiada epey yankı uyandırmıştır. Mesleksel dağılıma baktığımızda çoğunluğun %35 ile öğrencilerde olduğunu görüyoruz. Daha sonra %10,4’lük bir oran ile öğretmenleri izliyoruz. İşçilerin oranı ise yalnızca %4,5. Sadece bu bilgiler ışığında düşündüğümüzde dahi, oluşan hareketin küçük-burjuva nitelikte olduğunu açık bir şekilde görebiliyoruz. Kıvılcımlı, ilk sayı hakkında şu yorumları yapıyor:

“Yön'ün ilk çıkışını sevinerek izlemiştik. Daha ilk sayısının "Bildiri"sini okur okumaz, ne yalan söyleyelim, öyle bir alışkanlığımız olsa "beynimizden vurulmuşa döndük" diyebilirdik. Hazırlık propagandası, Yön'ü genç kuşak sosyalistlerin çıkardığını yaymıştı. Bildiri, otuz yıl önceki kadro kapıkullarının hemen bütün kuruntularını kendisine taban etmişti! Bir örgüt için olduğu gibi, bu dergi için de dört beş yıl sustuk. Sabırlılığa alışmışız. Gençlerin deneysizliklerini iyi dileklerine bağışlamamalı mıydı? Ne var ki teorik yanlış küçük değildi. O sıra hiç kımıldamayan kimi eskice sosyalistlere anlattık. "Hadi canım sen de!" dediler. Demek kimi sosyalistler de aldanıyorlardı. "Deneysiz iyi dilek", çarçabuk yankı yaptı, "hiçten iyi" miydi? "Sosyalizm" iddialı çıkmasa, hâttâ işe bilimsel sosyalizm yöntemlerini karıştırmasa, kutlanacak yanları vardı. İş bilimsel sosyalizme dayanınca son kuşağın taze beyinleri karıştırılabilirdi. Bunu hoş görmeye hakkımız yoktu. En sonra bir sinyal çektik, "Atma Avcıoğlu, din kardeşiyiz!" Avcıoğlu ne demek istediğimizi anlamamış göründü.”

Doğan Avcıoğlu’nun verdiği bilgilere göre, derginin tirajı kapatıldığı 78. sayıya kadar 30.000 civarındadır. Eylül 1964’te tekrar yayın hayatına geçtiğinde ise 10.000 civarında seyretmiştir. Yön 1963 senesinde Prof. Bahri Savcı’nın yazısı bahane edilerek kapatılmıştır; ancak esas sebep, Talat Aydemir ihtilal hareketine ideolojik temel olduğu şeklindedir. 27 Mayıs politik devriminin kuşatılarak egemen sınıfın yörüngesine oturtulması politikalarına karşı, en büyük direniş Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın önderliğini yaptığı 21 Mayıs karşı duruşu ile olmuştur. 21 Mayısçılar, Yön Dergisini önce sevinçle karşılamışlar ve kendi kadroları arasında dağıtımını bile yapmışlardır. Sonradan bu dergi ile bütün ilişkilerini kesmişlerdir ve Doğan Avcıoğlu’nun düşünceleri, bu hareketin saflarında dikkate alınmamıştır. Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının Binbaşı Fethi Gürcan ve arkadaşları ile hiçbir organik ilişkileri olmamıştır. Ancak Aksiyon dergisi, geçtiğimiz sayılarından birinde, ihtilalin başarılı olması halinde, Sadun Aren, Doğan Avcıoğlu gibi isimlere bakanlık vaat edildiğini iddia etmiştir. 1964 yılından son sayı olan 30 Haziran 1967 tarihine kadar aralıksız bir biçimde çıkmıştır. Kapatma kararı, Avcıoğlu tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:

“Haftalık Yön’ün amacı, Türkiye’nin tablosunu ve çıkış yollarını ısrarlı bir yayın ile ve ana çizileriyle gözler önüne sermekti. Şimdi boşluk –kitaplar ya da üç aylık dergilerle doldurulabilecek- yarının Türkiyesi’nin nasıl inşa edileceği konusundaki uzun araştırmalarla, iç ve dış olaylarda günlük doğru haber geniş ve sağlam yorum sağlama noktasında gözükmektedir.”

Batılılaşma ve Devletçilik İlkelerine Metafizik Bakış

Yön bildirisini incelediğimizde, Batılılaşma ve devletçilik ikilisinin sıkça kullanıldığını görüyoruz. Marksizm’i Avrupa merkezci bir ideoloji sayan zihniyet, programına batılılaşmak terimini koyuyor. Marksizm’in, emperyalizm ve dış sömürü tahlili yapmadığını; sadece iç sömürü tahlili yapmakla yetindiğini, kapitalizmin emperyalizmin aşaması diye bir şey olmadığını; çünkü her süreçte emperyalizmin olduğu gibi, “sallama” sayılabilecek bilimsellikten yoksun işlerle uğraşırken, birdenbire “batıcı” kesiliyor. Bunun nedeni sınıf pusulasından tamamıyla yoksunluktur.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Batılılaşma-Milli kurtuluş zıtlığını, Yön eleştirisinde anlatıyor:

“Batıcılık Doktrini: Yöncülerin en tartışılamaz "gerçek" gibi koydukları "Batılılaşma" nedir? Kısaca görelim.

Batılılaşmak mı, Batıdan Kurtuluş mu?

Yönizm, Bildiri'sinin 1 sayılı paragrafında şöyle diyor:

"İktisadi alanda hızla kalkınmak. Yani milli istihsal seviyesini hızla yükseltmek."

Bu "hızlı" gidiş hangi yoldan yürüyecek? 1. paragrafın (a) fıkrası yolu şöyle çiziyor:

"Atatürk Devrimlerinin amacı olan Batılılaşmak."

Atatürk devrimleri ulusal kurtuluş ateşi içinde başladı. Bu devrimler "Batılılaşmak"mıdır, "Batılılaşmamak" mıdır? Onu, 42 yıl sonra yazı alanına girecek "Yöncü'lerden öğrenmek yerine, Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki ilk açış söylevinden okumak daha yerinde olur.

Mustafa Kemal Paşa, dünya önünde giriştiği devrimin bir kurtuluş savaşı olduğunu söyledi. Bu ulusal kurtuluşun iki amacı bulunduğunu belirtti: 1- Emperyalizme ve kapitalizme karşı gelmek. 2- Zorbalığa (Osmanlı derebeyliğine) karşı gelmek,

Mustafa Kemal Paşa'nın kendi ağzından çıkan bu iki amacı, Yönizmin atlayarak görmemezlikten gelmesi, nasıl bir "sosyalizm", "solculuk", "hızla kalkınma" ya da "hızla yükselme" olur? Anlaşılmıyor.

Yönizmin, asıl ulusal kurtuluş ortada dururken ve bugünün en yakıcı konusu olmuşken, onu bırakıp önem verdiği "batılılaşma" nedir?

Batılılaşmak Neyin Peçesidir?

"Batılılaşma": en bayağı "elkitabı"nda, en toy ilkokul çocuğunun bile kolayca okuyup anlayabileceği şeydir artık, Türkiye'de bile... Batılılaşma, bir ülkede kapitalizmi kurmaktır. Nitekim Türkiye'de de şimdiye dek yapılmış bütün "Batılılaşma" işlemleri, kapitalistleşmekten başka sonuç vermemiştir. Veremezdi de.

Yönizm, inanmazsa, ağabeyleri olan "kadrizm-kadrilizm" "üstad"larına sorabilir.

Niçin düpedüz kapitalizm demek dururken, dolambaçlı yoldan epey anlamsız ve lastikli "Batılılaşma" denmiştir? Onun bizdeki tarihsel ve sosyal karakteristiği üzerinde durmayalım. Yalnız şu kadarcığını söyleyelim: Batılılaşma, "utangaç kapitalistleşmek"tir.

Kapitalist sınıfı Türkiye'de her zaman "kökü dışarıda" bir sınıftır. Saltanat çağında komprador kapitalizmdi, yabancı sermayenin Türkiye'deki kontuarlarına bağlı doğrudan doğruya ajanlarıydı. Cumhuriyet çağında finans-kapital oldu. Yani, Türkiye'deki kapitalist sınıfına karşı bile açık yüzle görünemeyecek kertede millete ve vatana karşı, uluslararası finans- kapital ile göbek bağlıydı.

O yüzden, toprağımızda maskeli haydut biçiminde gizli faaliyet göstermek zorunda kaldı. Hele 1920 yılları, ulusal kurtuluş savaşı kapitalizme ve emperyalizme karşı olmayı kutsal bir ulusal amaç olarak tüm insanlığa ilan ettikten sonra, kalkıp, "Türkiye'de kapitalizmi yoktan var edeceğiz!" demek, her babayiğidin harcı değildi.

Ancak, Amerika gelip on binlerce yabancı uzman ve askeriyle Türkiye'yi "üs" yaptıktan sonra, artık kapitalizmi savunmak büyük bir kahramanlık olmaktan çıktı. Sırt, emperyalizmin ağababalarına dayanmıştı. Öyleyse neden hâlâ "Batılılaşma" gevelemeleri yapılır?

Arap: "Hain korkak olur" demiş. Millete, vatana açıkça ihanet etmek kolay iş değildir. Yapılanlar şirin gösterilmek için, kıyıcığından "zararsız" sözcükler uydurulup kullanılacaktır. "Batılılaşma" o "zararsız" sözcüklerin en sınanmışlarındandır.

Yöncülerin "Batılılaşma" sözcüğünü kullanmaları, emperyalizm ve kapitalizme aşık olduklarını mı gösterir? Hayır. Onlar, 1920 Türkiye'sinde olduğu gibi hâlâ emperyalizm başka, kapitalizm başka şeydir sanırlar. Ama kapitalizmin dostu olmadıklarını kanıtlamak için, emperyalizmin düşmanı olduklarını somut açıklamalarla belirtirler.

Emperyalizme düşmanlıklarında içten olmadıklarını öne sürmek aklımızdan geçmiyor. "Eski sosyalistler"den öylesine tiksinişlerini bile, kadrizm kapıkullarını gereğinden çok ciddiye almış olmalarına bağlamak olağandır. Onların, Batılılaşmayı Bildiri'lerine birinci madde yapışları bile -bilmiyoruz o denli toy mudurlar- yanılgılarına verilebilir.”

Kıvılcımlı’nın da belirttiği gibi, kendi içlerinde emperyalizme karşı samimi karşıtlık duyguları besleyenler çoğunlukta olsalar bile, girilen yol yanlış olduğundan son tahlilde kazanacak olan kapitalizmdir. Kapitalizmin piyasa yöntemlerini kullanarak kendisi baskı aracı olan devlet içerisindeki iç dinamikleri, sınıf çelişkileri doğrultusunda harekete geçirdiği kavranmadığı an, savunulan antiemperyalizm boş bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Günümüz Yönizmi olan ulusalcılığın da bu batağa saplandığı açıktır. Ülke içinde, özel sermayenin varlığını geliştirmeyi, milli diye benimsenen Koç’ların büyümesinden duyulan zevki, antiemperyalizm ile özdeşleştirmişlerdir. Dolayısıyla kendilerinden daha antikapitalist olan Erbakan ile Haydar Baş’ın dahi gerisine düşmüş durumdadırlar. Feodalizme ve emperyalizme karşı milliyetçi ideologların pompaladığı devlet kapitalizmi laiklik-şeriat kavgasında dahi sermayenin sözcülüğünü üstlenerek laik saflarda gizlenmişlerdir. Uluslar arası politikada da Avrasyacılık ideolojisiyle üçüncü dünyacı bir kapitalist bloğa hizmet edilmektedir.

Biraz da Yön’ün tarihimizde önemli yer tutan kitlesel eylemlerine karşı takındığı tavıra göz atalım.

Yöncü yazarlar, Avrupa’da patlak veren kapitalist devrimci atılımın etkilerinden uzak derebeyliğe boğulmuş Osmanlı devleti’nin 1838 Balta Limanı anlaşması ve ertesi yıl yayımlanan Tanzimat fermanı ile yabancı boyunduruğu altına girildiği konusunda hem fikirdir. Ancak 1908 devrimi hakkında görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Sırrı Hocaoğlu (o sıralar milletvekili) 27 Aralık 1961 tarihli yazısında, 1908 devriminin amacının “yurtta derebeylik sosyal nizamını tasfiye etmek, yani tabi insanı hür hale getirmek, yabancıların politik ve ekonomik istismarını önlemek” olarak anlatıyordu. Niyazi Berkes, 1908’e devrim yani inkılap denmesinin daha sonra olduğu görüşündedir. Avcıoğlu ise, “1908 ilericiliğinin İngiliz emperyalizmi yerine Alman emperyalizminin dümen suyunda girişilen kanlı bir savaştan ve boş yere şehit verilen yüz binlerce şehitten öte hiçbir şey getirmediğini” düşünüyordu 12 Kasım 1965 tarihli yazısında.

Görüldüğü gibi olanca çelişkiyle birlikte Kemalist hareket öncesi Osmanlı Toplumunun incelemesi yok denecek kadar azdır. Ancak bu durum sadece “YÖN”e özgü bir durum olmaktan uzaktır. Kıvılcımlı’nın “Osmanlı Tarihinin Maddesi” kitabı dışında cumhuriyet tarihinde konuyu maddeci bir bakış açısıyla inceleyen yoktur. ATÜT vb. küçük-burjuva akımların incelemeleri, devletin belli merkezlerde ürettiği Prof. B. Ömer Lütfü Barkanvari skolastik-kronolojik tarihten öteye gidememiştir. Sorunun burada kilitlendiği aşikardır. Çünkü Osmanlı toplumunun kapitalistleşmeye geçememesi ve bu nedenden ötürü emperyalist sermaye ihracına mahkum olmasının nedenleri tarihte aranmalıdır. O halde günümüz “ulusalcılık-sol ilişkileri” tartışmalarına katkı olması amacıyla bu konuya kısaca değinelim.

Osmanlı devletinin kurucuları, tarihin medeniyet öncesi orta-barbar kategorisine denk düşen ziraat aşamasına ulaşamamış çoban-göçebe Kayı boyuna aitti. Orijinal medeniyet kurmaya muktedir olan ziraat toplumu yaratıcısı yukarı-barbarların yapabildiklerinden uzak olan bu orta-barbarlar, ancak İslamiyet’e diriliş-rönesans ruhu getirdiler. Yaptıkları şey İslamiyet’in Emevi hanedanın sonunda kurulmuş olan kamu mülkü toprakları özel mülke geçirmenin kılıfları olan mezheplerden uzak bir şekilde, ilk Müslümanlığın sosyalistçe ruhunu diriltmekti. Kapitalizm öncesi toplumların anahtarı, toprak düzenini incelemek olduğuna göre, Osmanlı toplumunun kuruluş aşamasındaki toprak düzenine bakmakta fayda vardır. Dirlik Düzeni denilen bu toprak yapısında tımar-has-zeamet gibi İslamiyet’in Beytülmali Müslimin (Müslümanlığın orta malı) anlayışı bulunmaktadır. Marks’ın Formen’de “Zilyed” olarak isimlendirdiği kolektif mülkiyetin tasarruf hakkının köylüye verilmesi ve rantın para değil de ürün biçiminde olması, tam da Osmanlı toplumunun ilkel komünist ruhunu yansıtmaktadır. Ancak diyalektiğin anlattığı birbirine bağlı olan çelişkiler yumağı, burada aleni bir biçimde kendisini gösteriyor ve İstanbul’un fethiyle içine girilen derebeyleşmiş Bizans’ın ruhu tefeci-bezirgan kötülükler, dirlik düzenini içeriden kemirmeye başlıyor ve Kanuni döneminde mukaatacılık ismiyle Kesim düzenine geçilip hakim duruma geliyor. Şüphesiz bu durum, tarihin her evresinde her topluma yaşanan durumdur. İslamiyet’in doğuş evresi de buna dalalettir. Arap baskıcı rejimini yıkan yukarı barbar Medine-Mekke halkının, orta barbar Bedevi kavimle ittifakının eseridir. İlkel sosyalistlerin sınıflar zincirini kırıp, yeni bir sınıflar zincirine atlayışının sembolüdür. Bu açıdan ilkel sosyalizm özelliklerini korumak zorundadır; ama aynı zamanda tarih ona sınıflaşmayı emretmektedir. Aynı durum hiç değişmeyen biçimiyle Avrupa toplumlarında da görülüyor. Roma imparatorluğu’nu yıkan Cermen orta-barbarları tarihin aynı gidişine maruz kalmışlardır. İçlerinde ilkel komüna ruhunu ilk terk eden Franklardır. Franklar içinde onları doğu toplumlarından ayıran bir hususu görüyoruz. Bizdeki dirlik düzeninin Frenklerdeki karşılığı olan “benefice” toprak düzeninde zilyed (tasarruf) hakkını veren ulus-kolektivizmidir. Ancak Türk ilkel sosyalistlerinde bu görev Tanrı’nın gölgesi padişah tarafından verilmiştir. Bu durum Doğu toplumlarının hala içinden çıkamadığı bir tür faşizm doğururken, Frenklerdeki bu ulus-kolektivizmi ilerideki tefeci-bezirgan ekonominin hakim olduğu para-iradı sistemine doğru gitmesine rağmen kapitalistleşmeyi doğurmuştur. Muhakkak ki, sadece bu soyut düşünce bu durumda etkin değildir, başka bir çok somut faktör Doğu toplumlarını, tarihin hızlı ilerleyişini sadece izlemeye mahkum etmiştir. Bu somut faktörler, Osmanlı’nın gemicilik devriminin önemini kavramaması, merkezi devletin Anadolu haricindeki geniş toprakları kontrol edememesi, çürüyen devletin başındaki bezirganların sermaye birikimine ve sanayileşmeye izin vermemesi olarak gösterilebilir. Kapitalistleşen Avrupa toplumu, Lonca yapısını yıkarak manifaktüre atlamıştır. Büyük sermayenin temelleri atılırken hammadde-pazar ihtiyacı Osmanlı vb. ülkelerden karşılanmıştır. Özellikle serbest ticaret antlaşmalarıyla (1838 Balta Limanı Anlaşması) bu gidişat iyice içinden çıkılmaz bir hal alırken, bir yanda Doğu’yu kemirip diğer yanda Batı kapitalistlerinin iştahını kabartmaktadır. 20. yy ile birlikte tekelci sermayenin uşağı haline gelen Osmanlı toplumu için meşrutiyet vb hareketler, ittihatçıların olanca vatanseverliğine rağmen kapitalizm içinden sıyrılan hareket olamamıştır. İlk somut emperyalist aşamaya girmiş kapitalizme karşı çıkış Kemalist Devrim’de gizlidir. Bu teorik alt yapıya sahip ulusal kurtuluş savaşımıza ve cumhuriyet rejimine “YÖN” yazarlarımız nasıl bakıyorlar?

Kemalist Devrime Bakış

Turhan Başgöz sosyalist açıdan değerlendirme yaptığı için diğer yorumların üzerine çıkıyor, dikkat çekiyor.

Milli Kurtuluş Savaşı muhafazakar-dinci, milliyetçi, mutedil sosyalist ve komünist görüşlerin emperyalizme karşı savaş bayrağı altında kolayca birleştikleri bir savaştır. Başgöz’e göre savaş, dış kapitalizme ve emperyalizme karşı milli burjuvazinin en aydın tabakaların önderliğinde yürütülmüş bir mücadele idi. Başgöz 1968’de şöyle yazıyordu:

“(…) Ne Batı anlamında bir liberalizm ne de bir sosyalizm davası idi. Emperyalizme karşı savaş olarak sosyalizme benzemekle beraber sınıflararası bir savaşla değil, sınıflar arası elbirliği gerçekleştirilebilirse yürütülebilecek savaştı. Gericiliğe karşı bir savaş olarak liberalizme benzemekle beraber, kapitalist bir gelişmenin öncüsü olan bir orta sınıf yokluğu karşısında batı liberalizminin mahsulü olan yabancı kapitalist hakimiyetine yol açmayı önlemek isteyen bir savaştı.”

Yanlış düşünce mantığından kaynaklanan eksik-güdük kalan bu değerlendirme, temel yapısı itibariyle, hala burjuvaziye gericiliğe karşı savaşma görevi veriyor. Türkiye de bir geri ülke olduğundan dolayı sorunlardan kurtuluş yolu emperyalizme karşı çıkan işçi-köylü sınıfıyla burjuva sınıfın ittifakından geçiyor. Bu bakış açısı liberal düşüncenin tekel çağında kendisi gericileştiğinden dolayı, baştan yanlıştır. Sınıflar ittifakı diye bir durum söz konusu değildir; çünkü saltanat etrafında birleşmiş devlet sınıflarının üst tabakasının İngiliz Yanlısı olduğu belgelidir. Büyük burjuvazinin emperyalizm yanlısı olduğu savaşta, küçük burjuvazinin aydın-öncü olması ve köylülüğün kitle duruma gelmesi sosyalist devrimlerin kendi içerisinde bile görülebilecek bir durumdur. Kaldı ki, bir ulusal kurtuluş savaşı iç yapısı itibariyle sınıf çelişkisinden kaynaklanmaktadır. Emperyalist büyük burjuvazi, proleterleşmiş bir ulusa saldırmaktadır. Savaşa katılan bazı eşraf kesim, derebeyi artığı da olsa; Osmanlılığın ilk toprak düzeni olan Dirlik tarzının kamucu zihniyetini beyninde taşıyan vatansever insanlardır. Dolayısıyla göze çarpan bir sınıflar işbirliği değil; büyük burjuvaziye karşı amansız bir savaştır. Yöncü aydınların gözüne gericilik olarak gelen saltanat-halife-Allah sevgisi de köylünün ilkel sosyalist düzenin simgesini onlarda bulmasıdır. Gerçekte Mustafa Kemal’in bu ruhu temsil ettiğini anlayınca, kitle topluca ona ve arkadaşlarına yönelmiştir. Ulusal kurtuluş savaşımız, sonrasında sosyalizme eklemlenebilecek bir devrimci komün çekirdeğinin yeniden türeyişidir. Kolektif aksiyon ruhunun dirilmesidir. Sınıf gözüyle bakan Başgöz, bakış açısının aksine bir davranışla sınıfları inkar edecek bir yoruma gitmiştir.

Genç Cumhuriyetin Ekonomik Yönelimleri

Ulusal kurtuluş savaşlarının kaderini belirleyen en büyük şeylerden biri zafer sonrası ekonomik yönelimlerdir. “YÖN”, bu tarihi aşamayı nasıl değerlendirmiştir?

Niyazi Berkes, yabancı sermaye ile kalkınmanın kesin olarak kabul edilmediğini yazıyor. Çünkü temelinde yabancı sermayeye karşı bir ulusal kurtuluş savaşı bulunan bir cumhuriyetin bu yola girmesi açık bir safdillikti. Geriye iki yol kalıyordu Berkes’ göre: ya özel teşebbüs devlet tarafından teşvik ve himaye edilecekti ya da devletin bizzat kendisi ekonomiye girecekti. İzmir İktisat kongresi bu açıdan önem taşır. Berkes’ göre kongreye Mustafa Kemal değil; Kazım Karabekir hakim olmuştur. Karabekir, kongrenin ekonomik içeriğine rağmen; delegelere bir “ahlak yasası” kabul ettirmişti. Gelecek parti deneyimlerinde de adından sıkça söz ettirecek olan Karabekir Paşa, iflah olmaz bir derebeyi düzeni aşığı idi. Bu bilinçle özel kalkınmacı yolu tercih ediyordu. İşçilere uygulanacak olan bu yasa da işçilerin olası isyanlarını engellemek içindi. Zaten tarih boyunca egemenler, kitleleri sürekli ahlak ve din benzeri afyonlarla uyutmuşlardır. Mahmut Esat Bozkurt’un devletçilik önerisi kabul görmedi. Bu fikri Mustafa Kemal de destekliyordu. Kongre, Kıvılcımlı’nın deyimiyle Mustafa Kemal’i tıraş devrimlerine mahkum eden ve feodalitenin hortlayışının -ama modern biçimiyle uluslar arası tekellerle ittifak ile birlikte hortlayışının- başlangıcını müjdeliyordu. Esasında, buna alternatif olarak sunulan devletçiliğin de kapitalizmden ayırt edici yönü bulunmuyordu, çünkü kamu mülkiyeti niteliğinden uzaktı, bürokrasiye ve Osmanlı kalıntısı devlet-sınıflarına hizmet ediyordu. Köylü, Kanuni’den beri faizciler ve ağalar altında inim inim inliyordu. Cumhuriyet pek bir şey değiştirememişti onlar için. Değişime, ülkede Kazım Karabekir Paşalarla, Rauf Orbaylarla simgeleşmiş tefeci-bezirgan sermaye izin vermiyordu. Hükümet işlerini alan İnönü de “devletçilik” düşüncesiyle pek farklı sayılamazdı. Kolektif aksiyon ruhu Mustafa Kemal, etkisiz hale getirilmişti. Olaylara müdahale edemiyor, aldığı tedbirler yetersiz kalıyordu. En önemlisi bir toprak reformu yapılamıyordu. Atatürk 1936 ve 1937 yıllarında bu isteğini iki kez meclis kürsüsünden dahi haykırmıştı.

Ancak bu yüzyıllarda uygulanan ekonomi politikalarında, dünya üzerindeki sermaye birikiminin öznelliğinin tetiklediği iktisadi düşüncelerin evrimi problemi de önemli rol oynamaktadır. Süreç aşağıdaki aşamalar arasında ilişki kurularak değerlendirilirse, somut durumun somut tahlili yapılmış olunur. Bilindiği gibi 1776 yılında Adam Smith ile başlayan modern iktisat yani ekonomi politik, 1873 yılındaki ilk krize kadar “klasik” ekonomi ismiyle anılmıştır. Bu dönem ciddi anlamda ticari sermayeden sanayi sermayesine tam olarak geçiş yıllarıdır. Eğer model olarak -çoğunlukla yapıldığı gibi- İngiltere baz alınacaksa, bu ülkede bu yıllarda proletarya etkin bir güç olacak şekilde örgütlenmeye bile başlamıştır. Ancak Almanya ve Japonya devlet eliyle olmak üzere geç kapitalistleşme yoluna girmiştir. 1873 yılından 1929 ekonomik buhranına kadar iktisatta “neo-klasik” ekonomi denilen çizgi hakim olmuştur. Bu teoriye göre devlet,hiçbir alana karışmadan piyasa mantığı “görünmeyen el”e teslim ediliyordu. Ancak bu durum, başta ABD ve İngiltere olmak üzere yoğun enflasyona sebep olmuş, ekonomi çökme aşamasına girmiştir. 1929 gibi bir isyandan çıkışın yolu, Keynesçi yani devletin piyasaya müdahale ettiği sistemde bulunmuştur. Soğuk savaş yılları boyunca bu çizgi sahiplenilmiş ve kapitalizm, 1950-1970 yılları arasında altın çağını yaşamıştır. 1973 yılında OPEC üyesi petrol ihracatçısı ülkelerin petrol satışını azaltmasıyla yükselen fiyatlar ABD gibi ülkelerde krize neden olmuştur. Aslında krizin gerek nedeni Vietnam gibi savaşlardır. Bu da ABD’li yazar Thomas Friedman’ın “Piyasanın “görünmeyen el”i “gizli yumruk” işlerlik kazanmadan asla yürüyemez.” sözünü kanıtlıyordu. Suçu devletçi Keynes’te bulan Milton Friedman’ın düşüncesindeki bir grup neo-klasik ekonomi yanlısı neoliberaller, sosyal devlet hizmetlerinin verilmemesini, bu gibi devlet olanaklarının insanları tembelleştirip işgücü verimini azalttığını savundular. Egemenlerin temel mantığı sömürmekti. Vebanın engellenmemesini, böylece nüfusun azalıp tam istihdam sağlanacağını savunan demografi uzmanı iktisatçı Malthus’tan tek bir farkları yoktu. Böylece yönetimin yerli-yabancı parababalarına teslim edildiği devletsiz ekonomi başladı. Özgürlükler, insan hakları, hür teşebbüs dokunulmaz tanrısal kavramlardır. Maalesef bu özgürlüklerin uygulamaya geçirilmesi Türkiye vb. ülkelerde biraz pahalıya mal oldu. 12 Eylül darbesinde 650.000 kişi gözaltına alınıp, 1.300.000 kişi ise fişlendi. Ama yine ülkeler, krizlere maruz kalıyordu, çözüm olarak Duyun-u Umumiye görünümlü IMF devreye sokuluyordu. 1994 krizinden, Murat Karayalçın (sol) ve Tansu Çillerin (sağ) imzaladığı 6 Nisan 1994 kararlarıyla çıkıldı. 2001 krizinden ise duvarında “Hayalimiz Yoksulların Hiç Bulunmadığı Bir Dünya” yazan Dünya Bankasından Kemal Derviş sayesinde kurtulundu. Ama Derviş’in içinde bunduğu kurumun hayali olan yoksulluk hiç bitmiyor, aksine artıyordu. Çünkü kapitalizm, işsiz ordusunun asgari ücreti indirip, böylece karı azamileştirdiği temel mantığıyla ilerliyordu. Zihniyet hala Malthus’unkiyle aynıydı. Ancak aktörler, büyük hisse senedi sahibi borsa spekülatörleri olmuştu.

Avcıoğlu’na göre de, bu koşullarda yapılacak devletçilik denemesi, esas itibariyle cılız özel teşebbüsün yapamadıklarını yaparak kapitalizmi güçlendirme çalışmalarından öteye gidemeyecekti. Bu görüşlerini şu paragrafta gözlemleyebiliriz:

“(…) Özel teşebbüs Türkiye’de devlet harcamaları ve ihaleleri ile gelişmiştir. Kapitalistlerimiz daha fazla taviz kopartmak amacıyla, bürokrasinin beceriksizliklerini ileri sürerek devletçiliğe karşı olduklarını yaygaracı bir üslupla söylerlerse de, objektif olarak, kapitalist sermaye birikiminin temel kaynağını teşkil eden bu tip devletçilikten yanadırlar. İkinci Dünya savaşı yıllarında sert ve hayli keyifli bir devletçilik uygulandığı halde, kapitalizm büyük bir gelişme kaydetmiştir.”

Marks’ın ilkinde gerçeklik ikincisinde komedi olarak gelen tarihi olaylar yorumu, bizim günümüz ulusalcılarına tam uyuyor. Maalesef Avcıoğlu’nun bu gerçekçi yorumunun üzerine basan CHP-Cumhuriyet Gazetesi-İP çizgisi, savundukları devletçiliğin bir çeşit kapitalizm olduğunu ve küresel sermaye için pek fark teşkil etmediğini göremiyorlar. Aslında bu sorun yani Kemalist hareket sonrası cumhuriyetin ekonomik yönelimleri sorunu bizzat kurtuluş savaşının karakteri ile doğrudan ilgilidir. Eğer savaşın bir sınıflar ittifakı ile sağlandığını, liberalizm ile sosyalizm arasında yalpaladığını iddia edip emperyalist kapitalizme –Batı’ya- karşı verildiğini kabul etmezsek, savaş sonrasında da uygulanan bürokratik devletçiliğin bağımsızlıkçı olduğu sonucuna varabiliriz. Yöncülerin az çok sezebildikleri bu kritik olayı, günümüz burjuva ulusalcılığı iyi bildiği halde, halk içerisinde bir tahrifata giriyor. Olayı emek-sermaye çelişkisinden soyutlayıp bir üst merkeze –devlete- havale ediyor. Savaşımı salt eğitim-sağlık vb temel hizmetleri devletleştirmekte buluyor. Aslında devlet dediğimiz aygıt bugün zaten tekellerin hizmetine girmiş bulunmaktadır.

Artık bu tezlerini açık açık söylemekten de çekinmiyorlar. İP çevrelerinden bir görüş, tarihi olayların Marks’ın emek-sermaye çelişkisini değil de, Lenin’in ezilen ulus-ezen ulus çelişkisi bağlamında bir emperyalizm teorisini doğruladığını ifade etmektedir. Yöncü genç kuşak sosyalistler, asla Marks ile Lenin’i ayırmak gibi mesnetsizce bir tartışmaya girmemişlerdi. Aksine emek-sermaye çelişkisini kabul ediyorlar; ancak belki yoğun psikolojik tahribattan belki de kitleden kopmamak amacıyla, Türkiye orijinalitesine bu durumun tam olarak uymadığını ifade ediyorlardı. Ancak bizim günümüz ulusalcıları, içlerine aldıkları ülkücü karanlık güçlerden ötürü olsa gerek, “sol” ekonomik ve felsefi düşüncelere bilinçsizce saldırmaktan geri durmuyorlar. Lenin’in emperyalizm teorisi, bir anlamda ezilen-ezen ulus açıklaması, bizzat emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan bir teoridir. Zaten kitabının adı “kapitalizmin en yüksek aşaması” emperyalizm şeklindedir. Lenin;

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kendini gösterdiği; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslar arası tröstler arasındaki paylaşılmasının tamamlandığı bir gelişme erişmiş bulunan kapitalizmdir.”

savındadır. Emek-sermaye çelişkisinin, bankaların aracı konumdan çıkartıp uluslar arası mali oligarşiyi yaratmaları ve sanayi ihracı ile karakterize olan bir aşamaya girdiğini bilimsel verilerle açıklamaktadır. Dolayısıyla Marks’ın, emek gücünün bir meta seklinde satılıp “emek gücü metasının fiyatı”nın yani “ücret”in düşürülüp daha fazla kazanılan artı-değeri, emek göstermeyen bir kapitalistin cebe indirmesi ve sermayeyi oluşturan şeyin birikmiş emek olduğu tezleri geçerliliğini korumaktadır. Zaten bu durum, bu şekilde olduğu için emperyalizm var olmaktadır, emek-sermaye çelişkisi olmadığından değil. Aradaki bu sarsılmaz bağı koparan ulusalcılarımız, bilimi bilinçli olarak tahrif etmenin ancak günlük çıkarlar sağladığını, uzun süreçte bu işin istihbarat örgütlerince kullanılabildiğini görmüyor olamazlar. Yoksa içlerine aldıkları ülkücüler bu görevi şimdiden yerine getiriyor olmasınlar! Yöncüler bu açıdan daha samimi ve dürüst davranmışlardır. Örneğin Lenin’in, dönek Berstein’in fino köpeği olmakla suçladığı Kautsky’e ait emperyalizm tanımı ise şöyle:

“Emperyalizm, son derece gelişmiş bulunan sanayi kapitalizminin bir ürünüdür. Her sanayici kapitalist ulusun, bu bölgelerde hangi uluslar yaşasın, tarımsal bölgeleri kendine gitgide daha çok katma ya da bağlama eğilimine dayanır.”

Yöncülerimiz en azından Kautsky’e yakın tahlil yaparlarken, Chavez’in sosyalizm yüzyılı ilan ettiği 21. yy’da Kautskyist açılımları özler hale gelmemiz ise neoliberal bilgi yozlaşmasının dramını gözler önüne seriyor. Bu yozlaşmadan en çok nasibini alanların ise “ulusalcıların” olması ayrı bir tartışma konusu olarak göze çarpıyor.

Konuya geri dönersek, Yöncüler içerisinde Mustafa Kemal’in başına gelenleri en iyi Cahit Tanyol açıklıyor “Parazit Kadro” isimli 1964 tarihli makalesinde:

“Kurtuluş savaşı’nın toplayıcı lideri Mustafa Kemal, devletin adını değiştirdiği zaman yorgundu ve yalnızdı. Devleti çürüten kadro, onu da efsanelerle, tabularla mumyalayarak, halka giden yolları kesti. Devrimlerin halkla ilgili iki prensibi “halkçılık” ve “devletçilik” kavramları Osmanlıca yorumlanarak “devletçilik”ten devlet soyma, “halkçılık”tan uygarlık adına halka karşı baskı yapmak anlamı çıkarıldı. İnsanlar ürkütüldü.”

Konuyu en ayrıntılı inceleyenlerden biri, Mümtaz Soysal olmuştur. Soysal’a göre cumhuriyetin ilk yıllarındaki öncü kadro toplumsal sınıf açısından bakılırsa, imparatorluğun son yıllarındaki reformcu kadrodan pek farklı değildi. Bu durum da köy mütegalibesini CHP yöneticileriyle uzlaşmaya itmiştir. Bu ittifak köylüyle devrimlerin arasını açmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Toprak reformu engellenmiştir. Avcıoğlu’na göre de, devrimci kadro ile uzlaşmaktan başka çaresi olmayan yetersiz güçteki eşraf ve komprador temsilcileri, iktidar devrimcilerinin elinde kalmakla beraber, tek parti saflarına ve meclise girmiş kimselerdi. Bu nedenle de ileri yönde bir çok devrimleri gerçekleştirmekle beraber, bu kadro toprak reformunu uzun süre ihmal etmiş ve milli bir kapitalizm kurma yolunu seçmiştir. Olaylar içerisinde bu gibi tek tek doğru çıkarsamalar yapabilen “YÖN”ün, Avcıoğlu’nun “Türkiye’de batı anlamında sınıflar yoktu. Fakat yine de üretim araçlarını elinde tutan, bu sayede emekleri sömürülen sınıflar vardır.” sözünde ifadesini bulan metafizik, küçük-burjuva bakış açısı, tüm yazarları ve yazıları etkilemiştir. Batı anlamında sosyal sınıf denilen, proletarya ve burjuvazidir. Ayrımı yaratan da, Avcıoğlu’nun pek güzel biçimde açıkladığı üretim araçlarını elde tutma ve bu sayede emeği sömürme işidir. Sormak gerekir, batı anlamıyla sosyal sınıflar olan burjuvazi ve proletaryadan hangisi Türk topraklarında yoktur?

“YÖN”ün Sosyalist Düşünceye Bakışı

Tarihsel konulardaki refleksleri bu şekilde beliren “YÖN” sosyalizme nasıl bakıyor? Yazarlarının kuruluşuna önderlik ettiği “Sosyalist Kültür Derneği”ni incelemek bu açıdan belirleyici olabilir. Derneğin kuruluş bildirisine göre, sosyalizm, toplumun refah ve saadetini fert ve zümre çıkarlarının üzerinde tutan bir dünya görüşünden hareket eden, bunu gerçekleştirmek üzere halka dayanan ve halka yönelen bir toplum düzeni kurmak amacını benimseyen; bu düzeni kurmak ve yaşatmak için, memleketteki sosyal ve iktisadi münasebetleri bilimsel bir görüş açısı içinde inceleme ve akılcı esaslara göre düzenleme yolunu seçen, bir düşünce ve davranış sistemidir.

Avcıoğlu’na göre de, kapitalizmin ön mahsulü ve kısaca 19. yüzyılın evladı olan sosyalizm, kısa bir anlatımla sosyal adalet içinde hızlı kalkınma metodu olup, Türkiye’yi bugünkü çıkmazdan kurtaracak tek yol olarak görünmektedir. Mümtaz Soysal’a göre de, sosyalizm, en büyük milliyetçiliktir, sosyalistlerin birinci görevi Türkiye’nin batılılaşması ve kalkınmasıdır. Batılılaşmanın aslında ne anlama geldiğini daha önce Kıvılcımlı’dan alıntılamıştık.

Esasında önemli olan, bu tip basit tanımlardan öte, “YÖN”ün sosyalizmi nasıl sınıflandırdığıdır. Farklı iktisadi seviyelere, farklı tarihi gelişmelere sahip ulusların uygulayacakları sosyalizmin de farklı olacağını iddia eden Avcıoğlu, “Sosyalizm Anlayışımız” başlıklı 1962 tarihli makalesinde şunları yazıyor:

“Doğu Sosyalizmi; az gelişmiş memleketlerin hızlı kalkınmasını sağlamak bakımından başarısını kesin şekilde ispat etmiş bulunan bu tip sosyalizmin maliyeti bir çok sosyalisti sosyalizmden vazgeçirecek kadar pahalı olmuştur. Sovyetler Birliği’nde, milyonların ölümü pahasına girişilen kolektifleştirme hareketi, kanlı tasfiyeler hala hatırlardadır. Bu sebeple, Doğu sosyalizmi ancak totaliter bir idare altında yürütülebilmiştir.

Batı sosyalizmi; uyanık ve teşkilatlanmış geniş emekçi kütlelerine ve gelişmiş bir ekonomiye sahip bulunan batı memleketlerinde sosyalizm, çok büyük değişikliklere ihtiyaç göstermeden yumuşak metotlarla gerçekleştirilebilir. Azgelişmiş memleketler bakımından en güç iş olan sermaye birikimi meselesi bu ekonomilerde çözülmüş, ortaçağ düzeni çoktan tasfiye edilmiş ve emekçi yığınlar büyük teşkilatlı kuvvetler haline gelmişlerdir. Bütün bunlar Batı’da sosyalizmin uygulanmasını çok kolaylaştırmakta ve batı sosyalizminin ortaçağ düzeninden en kısa zamanda kurtulup çağdaş uygarlık seviyesine erişmek isteyen memleketlerdeki uygulamalardan ayırmaktadır.

Az gelişmiş ülkeler sosyalizmi; Batı ekonomilerinin birkaç yüzyılda aldıkları mesafeyi hızla kapayıp, en kısa zamanda ileri toplum düzenlerine ulaşma zarureti, azgelişmiş ülkeleri sosyalizme itmektedir. Bu memleketlerde sosyalizm, köklü reformlarla ortaçağ kalıntılarını tasfiye etmek, yeni bir insan tipi yaratmak ve hızlı kalkınmayı sağlamak zorundadır. O halde az gelişmiş ülkelerde sosyalizm, çok köklü değişikliklere ihtiyaç gösteren, bir cins beyaz ihtilal şeklinde düşünülmektedir.”

Dünya üzerinde hiçbir sosyalist devrim yaşanmasaydı, bu çeşitlilik ve tahminler –Batı’ya öncelik verme- mazur görülebilirdi. Ancak metnin yazıldığı tarih 1962’dir. Sovyetler Birliği kurulalı 45 yıl geçmiştir, hatta SSCB revizyonist bir kimliğe bürünmüş, bürokrat üst sınıfların baskısı altında boğulmaktadır. Ancak şurası bir gerçektir ki, ilk ciddi sosyalist devrim, Doğu’da olmuştur. Ancak hala “YÖN” yazarı, Batı ülkelerine bu vasfı yüklemektedir. Tarih bu işi Doğu’ya vermiştir. Bu durumun, neden böyle olduğu tartışılabilir; ama olmamış gibi yazı yazılamaz. Bizzat Engels, ölümünden hemen önce devrim merkezinin Rusya’ya kaydığı söylemiştir. Marks zaten, Kapital III. Cilt ve Grundrisse gibi eserlerinde doğuda bir çeşit farklı toprak düzeninin hüküm sürdüğünü sezmiş, bunun sosyalist devrime girebileceğini belirtmiştir. Hal böyleyken CİA dilini kullanarak SSCB’nin kanlı tasfiyeler yaptığını söylemek, Doğu’da sosyalizmin bir çeşit totaliter rejim olduğunu iddia etmek neye hizmet etmektedir?

“Stalin-Hitler benzetmeleri, Auswitch, Dachau gibi Nazi toplama kamplarıyla "Gulag Takımadaları, Sibirya" arasında kurulan paralellikler, "Hitler de, Stalin de muhaliflerini boğdurmadı mı" demagojisi, toplu katliamcılık benzeştirmesi ("Hitler'in Yahudiler'e yaptığını, Stalin de Kırım Türkleri'ne ve Ukrayna Kazakları'na yapmadı mı?) tarzındaki benzeştirmeler, o dönemin en sık kullanılan propagandalarıdır. İşte Avrupa Parlamentosu'na sunulan öneride de bunlar var. Bu saldırılarda Stalin hedeftir; çünkü, sosyalist politika Stalin şahsında somutlanmıştır; Stalin önderliğinde Sovyetler'de sosyalizm gelişiyor, sosyalist gelişme kapitalizmin yüzünü açığa çıkarıyor, dünya çapında ulusal ve sosyal kurtuluş savaşları yaygınlaşıyordu. Saldırı sosyalizmeydi, Stalin'in hedef seçilmesinde belirleyici neden, sosyalizmin onun kişiliğinde somutlanması olduğu kadar, bir etken daha vardı. O da dünya solu içinde "Stalin karşıtı" bir muhalefetin varlığıydı. Böyle bir muhalefetin varlığı, emperyalizme büyük bir avantaj sağlıyordu. Stalin'e ister sağdan, ister emperyalizm cephesinden yöneltilen saldırılara bakın; önce Stalin hedeflenir ama hemen arkasından Lenin'e saldırılır, arkasından Marks'a ve bizzat sosyalizmin kendisine. Burjuvazinin sosyalizme saldırılarıyla, "anti-Stalincilik'in" saldırıları, aynı noktalara yönelmiştir hep. Bunların başında "proletarya diktatörlüğü" gelir.” (Yürüyüş Dergisi -29 Ocak 2006)

Yapılması gereken, revizyonist ülkelerde yeniden devrimi örgütleyecek veya reformlar yoluna gidecek çalışmalar içerisine girmek iken, ülkeleri birbirinden soyutlayan tasnifler yapmak “YÖN”ü 9 Martlarda piyon olarak kullanılmaya hazırlamaktadır.

Atatürk ile sosyalizm arasına farkında olmadan garip bir set koyar Avcıoğlu, 1963 tarihli “Sınıf Mücadelesini Kim Körüklüyor?” yazısında:

“Sınıfsız bir Türkiye yaratmak isteyen Atatürk, bu ülküye kanlı bir sınıf savaşlarına lüzum kalmadan da, sosyal ıslahat tedbirleriyle erişilebileceğini gören ender insanlardandır. Gerçekten ciddi bir halkçı, devletçi ve devrimci politika, Avrupa’nın yaşadığı kanlı sosyal savaşları önleyerek, azgelişmiş ülkelerin sınıfsız bir toplum ülküsüne doğru barış içinde yol alması sağlanabilir. Nitekim, fakir Afrika ve Asya ülkelerini, sosyalist kalkınma metotlarını benimsemeye iten temel sebeplerden biri budur. Bunun içindir ki, sosyalizm, barış içinde hızlı kalkınma ve sınıfsız toplum ülküsüne erişme olu olarak, yeryüzünün hemen hemen bütün fakir memleketlerinde, kurtuluş sloganı haline gelmiştir.”

Öncelikle belirtelim ki, Mustafa Kemal’in kanlı sınıf savaşlarına gerek kalmadan sınıfları kaldırma gibi bir beyanatı yoktur. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” ifadesi bu yöne çekilmekten uzaktır. Bu barışçıl yoldan sosyalizme geçiş tezi 70’li yıllarda oportünist akımların bir numaralı silahıdır, arkasında milyarlık CİA ihaleleri yatmaktadır. Marks’ın serbest rekabetçi dönemde sadece İngiltere ve Amerika için belirlediği özel bir durum, işçi sınıfı aristokratlarının ve basit trade-union (sendikal) hareketin ağzında sakız olmuştur. O istisnai durumun nedeni de o yıllarda bu ülkelerde proletarya diktatörlüğü için parçalanması mutlak gerekli olan asker ve polis gibi militarist aygıtların yok denecek kadar az olmasıydı. Tekel-oligopolcü çağdan bugüne dek, bu ülkelerde de böyle bir durum yoktur. Bir ülkede, sınıfların varlığını kabul ediyorsak, bu sınıfları kaldırmak için öncelikle onların aksiyon niteliklerini ve doğuş şartlarını doğru teşhis etmeliyiz. Bu sınıflar modern anlamıyla proletarya ve burjuvazidir. Bunlardan burjuvazi proletaryaya muhtaçtır ve sınıfların ortadan kalkması işine gelmez. Ancak proletarya, burjuvazinin aksine ona muhtaç değildir; fakat bağımlıdır. Sınıfların kalkması çıkarınadır. İki taraftan biri bir şeyi ister diğeri istemezse işin sonu muhakkak ki kavgadır. Anlaşma yolu olarak öne sürülen “sosyal demokrasi” ve “YÖN” sosyalizmi yıllardır fayda getirmekten öte taraflardan birinin –burjuvazinin- elini kuvvetlendirmiştir. Eğer sorunun çözümünü isteniyorsa, “barış” ve “demokrasi” gibi kelimelerin boş söz olduğu aşikardır. Mustafa Kemal, bu olayın bizzat böyle olduğunu sezmiş ve halkı silahlandırıp emek-sermaye çelişkisinin yarattığı emperyalizme direnmiştir. Avcıoğlu da iyi biliyor ki, Ulusal Kurtuluş Savaşımız oldukça “kanlı” geçmiştir. Günümüz ulusalcılarının bu tip tartışmalardan uzak kalması bilinç düzeyimizin gitgide düştüğünü göstermektedir.

“YÖN” Nasıl Bir Alternatif Model Sunuyor?

Tarihteki çeşitli meselelere, sosyal düşüncelere genel özellikleri itibariyle “YÖN”ün nasıl baktığını gördük. Peki “YÖN” kendisi ne diyor? Konunun en can alıcı yönü burasıdır.

Genel başlık itibariyle bahsedecek olursak “YÖN”ün programını “Yeni Devletçilik” ya da Türk Sosyalizmi” olarak belirtebiliriz.

“Türkiye’de toplumsal konular üzerine eğilenler milliyetçi, hürriyetçi ve demokratik ilkelere dayanan bir sosyalizm anlayışı etrafında birleşmektedirler.” şeklinde özetlenebilen “Türk Sosyalizmi” terimini ilk defa Şevket Süreyya Aydemir kullanmıştır. Sadun Aren ise bu tanımlamaya başından itibaren karşı çıkmış ve sadece tek bir sosyalizm olduğunu, bunun milliyetlere göre ayrılamayacağını savunmuştur. “YÖN”cülere göre, kalkınmanın tek yolu sanayileşmedir. Az gelişmiş ülkelerde ise “Kapitalist Olmayan Yol” modeli önerilmektedir. Özellikle kapitalist ülkelerin ikili anlaşmalarıyla ağır sanayi hamlesi yapamayan Türkiye için modern endüstri bir ihtiyaçtır. Ancak gerekli olan bu hamle, sadece “devletçi” veya bağımsızlıkçı fikir ile sağlanabilecek kolay olan bir iş değildir. Bu hamle için antiemperyalist bir savaş verilmesi gereklidir. Avcıoğlu, Türk sosyalizminin hedeflerini şöyle açıklıyor:

*

Kapitalizm öncesi iktisadi yapıyı, kalkınmayı sağlayacak biçimde modernleştirmek,
*

Başta kullanılmayan atıl işgücü olmak üzere kaynakların tam istihdamını sağlamak,
*

Planlamayı, sosyal, iktisadi, siyasi ve kültürel alanlarda büyük değişiklikleri sağlayacak güçlü bir müdahale vasıtası olarak kullanmak,
*

Çalışmayı toplumun en yüksek değeri haline getirmek ve kültür için fırsat eşitliği yaratmak,
*

Çalışanlar demokrasisini kurmak.
*

Liberal öğretiyi maalesef aşamayan bu hedefe ulaşmak için gerekli olan ilkeleri ise Şevket Süreyya Aydemir yazıyor:
*

Antiemperyalizm: İstiklalcilik,
*

Antikapitalizm: Milli ve halkçı ekonomi
*

Karma ekonomiyi reddetmeyen, fakat farazi parazit bir istismarcılığı reddeden bir devletçilik,
*

Mustafa Kemal’in anladığı bir manada vatan anlamı, saldırganlığa ve istilacılığa karşı çıkış,
*

Demokratik düzende sosyal devlet anlamının işlenmesi ve organların yaratılması,
*

Dil, tarih, kültür işlerinde bilimsel bir milliyetçilik.

İlkelerden de tartışmasız bir biçimde anlıyoruz ki savunulan şey bir tür sosyalizm değil, 1929 buhranından 6-7 yıl sonra fikrini sistemleştirmiş basit Keynesçi politikalardır. Açık bir şekilde milliyetçilik, sosyal devlet ilkeleriyle yetiliniyor, bundan öteye gidilmeye korkuluyor. Sosyalist bir kampın var olduğu bir çağda, komünist bir partinin önderliğinden yoksun bir ulusal savaşımda “milliyetçi şiar”, şüphesiz sosyal devlet hedefinden öteye geçemez. Aslında bu durum, pratik faaliyette de kendini göstermiştir. Yön-Devrim çizgisinin önderlik ettiği 9 Mart 1971 hareketinin içerisine emperyalist ajanlar istedikleri gibi dalmışlar, üstüne hareketin önderleri olarak isimleri anılanlar, faşist muhtıranın aktörleri olmuşlardır. Anlaşılıyor ki, teorik temelden yoksun sadece psikolojik olarak vatansever karakterli maceralar, faşizmi dahi doğurabiliyor. Zaten kapitalist bir model olan karma ekonomi kabul edilerek, nasıl bir anti-kapitalizm uygulanacağı da kafaları karıştırmaktan öteye gidemiyor. Anti-kapitalizm, ülke içindeki kapitalistlerin, -belli bir süre kendileri koruyabilseler, gizleseler bile- etki alanlarını yok etmeye kilitlenmiş bir devrim sayesinde yok edilebilir, bu da ancak var olan bürokratik ve militarist yapıların zor yoluyla parçalanması esasına dayanır. Bunun dışında, kapitalistlerin basit Keynesçi karma ekonomi modelleriyle etki alanlarını daraltıp evrimci-Buharinci metotla tam bağımsızlığa ulaşmayı düşünmek 9 Mart benzeri bir hüsranla sonuçlanır. Karma-ekonomi, kapitalizmi bir süre dinlendirip, zararını yine emekçi kitlenin ödediği vergilerle karşıladığı “yenilenme”den öteye geçemez. Evrensel anlamda Keynesçiliğin uygulandığı 1950-1970 yılları arasındaki “altın çağ” buna örnektir. Avrupa’da sosyal devlet uygulanması, oradaki halkları rahatlanmakla kalmamış, devrimci hareketleri de engellemiştir. Almanya, bu açıdan ilginç bir durumdadır. Devletçi hamle ile geç kapitalistleşmesi, epey sağlam sayılabilecek bir önder komünist kadro bulundurmasına rağmen Nazi baskısıyla karşılaşmıştır. Karl Liebneck, Rosa Lüxemburg, Clara Zetkin gibi aydınların önderliğine rağmen, devletçi güç onları engellemeye yetmiştir.

Alt-yapı Devimciliği mi, Üst-yapı Devrimciliği mi?

Gerek günümüz ulusalcılığına, gerekse 1960-1980 arasındaki devrimci mücadeleye baktığımızda aradaki olanca farklılığa/benzerliğe rağmen, değişmeyen iki çizgi görüyoruz:

1. Bunlardan Kadro-Yön-Devrim çizgisi, kapitalizmin bir biçimi olan karma-ekonomi batağına saplanmış alt-yapı devrimciliğine yönelmiştir,

2. 1971 devrimciliğinin mimarları THKO-THKPC-TKPML vb. gençliğin öncülüğündeki örgütler ise üst-yapı devrimciliğine yönelmişlerdir.

Sorunun esas düğüm noktası buradadır. Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşından sonrasında var olan iktisadi-siyasi yapısı nedir? Sorunların çözümü nasıl bir devrimci hamle ile mümkün olabilir?

Alt-yapı devrimciliği terimini en çok kullananlardan biri, bilindiği gibi “YÖN” bildirisinin altına imza atan Bülent Ecevit’tir. Belki de Türk siyasi yaşamının en hareketli isimlerinden olması, onun teoriğini ve pratiğini tarihselleştiriyor. 1969 yılında yayımladığı broşürde Bülent Ecevit, Türkiye’nin Mustafa Kemal sayesinde üst yapı kurumlarının feodalleşmeden arındığını, bürokratik kademelerin ve ordu mekanizmasının modernleştiğini; ancak taşra kısımlarda feodalizmin hala sürdüğünü bunun için sadece alt-yapı devrimciliğinin gerekli olduğunu iddia ediyor. Üst-yapı devrimciliğine inananları ise Guevaracı bir kimlik özentisi “hippi” gençler olarak nitelendiriyor.

Bülent Ecevit’in kendi yaşamını kısa bir şekilde gözden geçirsek, alt devrimcilik ile üst devrimciliğin farkını rahat bir şekilde gözlemleyebiliriz. 1964 yılında Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idam kararına “evet” demesini, belki onun “duygusal-şair” kimliğine aykırı bulabiliriz; ama üst yapı öylesine korunmaya muhtaç(!) ki, onu değiştirmeyi bırakalım dokunanları dahi şiddetli bir biçimde cezalandırmanın alt devrimciliğe epey yakışması Ecevit’in bu günahının yıllardır konuşulmamasına sebep oluyor. Alt devrimcimiz, daha sonra büyük oylarla iktidara geliyor. Şüphesiz koşullar onu zorluyordu, ama onun teorisine göre üst yapı kurumlarımız hala dimdik ayaktaydı. Amerika’nın çeşitli sorunlardan ötürü Özel Harp Dairesi’ne artık para vermeyeceğini açıklaması üzerine, başkan Kemal Yamak, başbakan Ecevit’ten para istedi. Oysa ki Ecevit bu kurumun adını ilk kez duyuyordu. Sormak gerekirdi,

Özel Harp Dairesi üst-yapıda mıydı, yoksa alt-yapıda mı?

Sonrasında kendisini, yerli-yabancı sermayeciler istediği anda iktidardan indiriyor, istediği anda da iktidara koyuveriyordu.

Yine sormak gerekiyordu, başbakan değiştiren yerli-yabancı parababaları, alt-yapıda mıydı, yoksa üst yapıda mı?

Bizim çocuklar 12 Eylül, Ecevit’e göre değiştirilmesi gereksiz üst yapının tepesine oturdular ABD emriyle. Faşist genelkurmay, devlet yapımızın neresinde kalıyordu?

Artık yaşlanmıştı, ama halk onu bir kez daha başbakan yaptı, o da ülkemize yeni bir ekonomi önderi getirdi. Dünya Bankası çalışanı Derviş… Rahmetli olmadan önce Ecevit, mutlaka sormuştur kendine, IMF-Dünya Bankası gibi kurumlar pek modern ve değiştirilmesi gereksiz devlet yapımızın üstünde mi altında mı kalıyordu?

Kendi yaşamından gördüğümüz kadarıyla, alt-devrimcilerin ülke sorunlarına bırakalım çözüm bulmayı, kendi zıtları saydıkları Süleyman Demirellerden farkları kalmıyor, ordusuyla kontrgerillasıyla, emperyalist kapitalizmiyle tüm sömürü araçları yerli ortaklarıyla devam ediyor. Zaten devrimci olmayanlardan farkları kalmadığını kendileri de söylediler. Eski üst-devrimcilerden Doğu Perinçek’in partisi Süleyman Demirel’in himayesinde Lozan2005 gibi mitingler düzenliyor, “YÖN” liderlerinden İlhan Selçuk eski ülkücüleri affettiğini açıklıyor, MHP’nin uzattığı barış elinin geri çevrilmemesi gerektiğini yazıp çiziyor.

Çözümün alt-yapıdaki geri kalmışlığı tamamıyla yok edeceği bir üst-yapı değişikliğinden geçtiği aşikardır. Bunun için de yerli-yabancı parababalarına karşı antiemperyalist milli cephe politikasıyla savaş açılması gerekmektedir. Ecevit’in iddialarındaki Mustafa Kemal’in değiştirdiği üst yapı, devrimci niteliklerini yitirmiştir. Daha 1924 yılında ülkedeki tefeci-bezirgan ekonomi İktisat kongresiyle yerli sermaye ile anlaşmış ve Mustafa Kemal düşüncesini yok etmeye koyulmuştur. Kongreye hakim olan Karabekir zihniyeti ülkeyi bölmeye yönelen Şeyh Sait ile bile işbirliği yapmıştır. Ülkenin gerek dış politikadaki Misak-ı Milli ilkelerini, gerekse iç politikadaki feodalizme karşı savaşı engellemişlerdir. Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonra İngiltere’den dış borç alınmış ve 1946 yılından itibaren de emperyalizm ile doğrudan bağımlı hale gelinmiştir. Üst yapı kurumları çürümüştür, devrimciler yenilmiştir, bu açıktır. Şimdiki gerici AKP iktidarı cumhurbaşkanlığı sürecinden sonra Yargıtay gibi, Üniversiteler gibi, Anayasa mahkemesi gibi, Ordunun at kademeleri gibi görece temiz kalmış kurumları yok edecektir. Eğer Ecevit’in iddialarındaki gibi olsaydı, yani üst yapıya dokunulmaya gerek kalınmadan sadece sorun alt-yapı olsaydı, şüphesiz ki AKP gibi partinin iktidarda olmaması gerekirdi, eski müsteşar Ömer Dinçer gibi ülkenin anayasasına toptan aykırı düşmüş birinin hapiste olması gerekirdi. Görülüyor ki ülkede Mustafa Kemal gibi bir devrimciye yakışır ve devrimcileri onu yıkmaktan vazgeçirecek modern bir üstyapı yoktur.

Üst-yapı Devrimciliğini Çevreleyen Etmenler

Peki üst-devrimcilerimiz ne haldeler? Deniz Gezmiş’in idam sehpasında, Mahir Çayan’ın Kızıldere’de, Hikmet Kıvılcımlı’nın kanserken ülke ülke kovularak can vermesiyle, üniformalı-üniformasız devrimcilerin işkencelerle boğuşmasından sonra 12 Eylül faşist darbesi ile üst-yapıyı değiştirmeye koyulmuş gerçek devrimciler epey yara almıştır. 21. yy’a gelindiğinde ise üst-yapı devrimciliğini çevreleyen, onu ilkel milliyetçi batağa saplayan, sınıf pusulasını elinden alan “burjuva ulusalcılığı” yanında; hala karşı-devrimci yapısını devam ettiren ve sade tek bir ülkede değil; tüm dünyada sosyalizmin içerisinde oportünist kanat olarak beliren üst-yapı devrimcilerini “hippileştiren” Troçkizm göze çarpmaktadır.

Konuya girmeden önce Lenin ile Troçki’nin birbirlerine hitaben yazdıkları paragrafları yorumsuz olarak aktaralım:

Lenin, Henriette Roland-Holst'a yazdığı 1916 tarihli mektupta şöyle yazıyor:

“Troçki'den ayrılıklarımız nelerdir? Bunu herhalde bilmek istersiniz. Kısaca – o bir Kautskycidir, yani, Enternasyonal'de Kautskycilerle ve Rusya'da Chkheidze'nin parlamento grubuyla birliği savunmaktadır. Biz böyle bir birliğe kati suretle karşıyız... Troçki şimdi Örgütlenme Komitesine (Akselrod ve Martov) karşı ama Chkheidze'nin Duma grubuyla birlikten yana!! Biz kesin olarak karşıyız”

Yine 1914 tarihli yazısında Lenin,

“Troçki’nin şimdiye kadar marksizmle ilgili herhangi bir önemli sorunda sağlam bir görüşü olmamıştır. O her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda bundçuların ve tasfiyecilerin dostudur. Ve bu baylar Parti'nin öngördüğü hizayı durmadan bozanlardır.”

demiştir.

Troçki ise, 1914 tarihli Chkheidze’ye mektubunda şunları belirtiyor:

“Lenin’in, oyundaki bu eski elin, Rus işçi hareketinde geri olan ne varsa hepsinin bu profesyonel sömürücüsünün sistematik olarak başvurduğu zavallıca rezalet çıkarmalar, anlamsız bir takıntı görüntüsü veriyor... Leninizm’in bütün gövdesi yalan ve çarpıtma üzerine kurulmuştur ve çürüyüşünün zehirli öğelerini kendi içinden doğurmaktadır.”

Troçkizmin temel karakteristik özelliği, ulusal kurtuluş hareketlerini engellemek ve ulusal kurtuluşçu bağımsızlık hareketlerini boğmaya çalışan emperyalist ülkelere yardım etmektir. Dolayısıyla Troçkizm, 1966 yılında üç kıta konferansında konuşan Fidel Castro’nun da nitelediği gibi “emperyalizmin ve gericiliğin elinde ilkel bir araç” haline geliyordu. Troçkistlerin sömürge ülkelerde yaptıkları şeylerin emperyalistlerin yaptıklarından tek bir farkı dahi bulunmamaktadır. Küba komünistlerinin liderlerinden biri, Blas Roca, şu açıklamada bulunuyor:

“Yankee emperyalizmi ve onun uşakları, Küba halkına yönelttikleri saldırıların onu komünistlerin zorbalığından kurtarmak için yapıldığını dahi söylerler. Emperyalizmle Troçkistlerin ahlaksızlıkları arasında hiç bir ayırım yapılamaz.”

Troçkizm, tek ülkedeki herhangi bir sosyalist hareketin dünya devriminde tetikleyici rol oynayacağını, ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalist tekellerin hakimiyet alanını daraltarak onları güçsüzleştirdiği gibi Leninist kavramları reddederek “dünya devrimi” projesini savunmuşlar ve bu amaçla IV. Enternasyonal’i kurmuşlardır. IV. Enternasyonal özellikle soğuk savaş yıllarında yaşanan ulusal kurtuluşçu akımları engelleme isteği ile CİA tarafından epey para yardımı görmüştür.

Samimiyetle belirtmek gerekir ki, Troçkizm etki alanını hiçbir zaman geliştirememiş, önemli bir güç haline gelememiştir. Yürüttükleri anti-stalinist faaliyet bu açıdan tamamen başarısızdır. Ülkemizde de, Troçkist akıma mensup insanlar yok denecek kadar azdır. Ancak Troçkizmin ideolojik saldırısı, sosyalizm var olduğu sürece sürecektir. Troçkizm için iki önemli dönüm noktası mevcuttur. Bunlardan ilki, ikinci dünya savaşından sonra Stalin’in ölümü ile birlikte ideolojik olarak burjuva desteği ile şahlanmaları ve reel sosyalizm çözüldükten sonra sermayenin sol yedeği olarak desteklenmeleridir. Avrupa’da geçtiğimiz dönemde, komünistlere yönelik saldırılarda Troçkistler hedef tahtasına oturtulmamışlardır. Neoliberal saldırıyla bütünleşen son sürecin Türkiye’ye girişi ÖDP ile olmuştur. “Özgürlükçü sosyalizm” ile yeni bir şey olan yarım yüzyıllık Troçkist politikalar savunulmaktadır. Temelleri eskiden beri Birikim dergisinin savunduğu tezlerdir. Burada göze çarpan şey, Troçkistlerin Marks, Engels ve Lenin’i savunuyor görünmeleridir. Bunun temelinde de, Troçki’nin onlara saldırmayı pragmatik bulmaması yatmaktadır. Ona göre Stalin’ saldırmak, hem sosyalizmin ilerleyişini durduracak, hem de Marks ve Lenin’i savunuyor görünmeleri savundukları “entrizm” politikasının devamını sağlayacak nüfuz alanlarını genişletecekti.

Entrizm politikası ne demektir? Dilbilimsel açıdan sözlüklerde yer alacak bir kelime değildir, girmek fiili anlamındaki “enter” kelimesinden türetilmiştir. Öteki partilere ve kitle örgütlerine girmek, sızmak, nüfuz sağlamak anlamına gelmektedir. Entrizm, kendi karşıt düşüncelerdeki örgütlere dahi sızma politikasıdır. Bu politikaya göre, IV. Enternasyonal’e bağlı bir Troçkist, kendine bir örgüt seçiyor, kılık değiştirip örgütün içine giriyor, kendi yanına çekebilecek insanları saptayıp o örgütü içeriden çökertiyordu. Hatta belli bir süre yandaş bulamayan militanlar, Enternasyonal’den atılıyordu. CIA vb. örgütlerin mantığına ne kadar da çok benziyor!

Açıkça anlaşılıyor ki, yapılmak istenen, etki alanını artırıp, tezlerdeki gibi “dünya ihtilaini”ni sürekli devrim anlayışıyla hazırlamak falan değildir. Aslında Troçkist örgütlerin büyümek, gelişmek gibi dertleri dahi yoktur. Yapılan burjuvazi destekli “sol yandan” ideolojik saldırıdır. Bugün Türkiye’de ÖDP gibi neoliberal partilerin etkinliklerini incelersek, Troçkizmin yıkıcı ve karşı-devrimci özünü yakından gözleme imkanı bulabiliriz.

Entrizm politikası gereğince özellikle ulusal kurtuluş hareketlerini yürüten kitle örgütleri olmak üzere, bir çok partinin içine CİA ile birlikte sızılmış, yoğun paralar bu işe akıtılmış ve sonuç olarak Stalin’in ölümüyle bürokratik batağa çekilen Sovyet ülkelerinin sonu hazırlanmıştır.

Olayı önce kişisel, sonrada örgüsel bazda örneklerle somutlaştıralım..

2002 yılında George Bush tarafından özgürlük madalyası verilen Irving Kristol… Kristol, 1940’lı yılların aktif bir Troçkisti. 1983 yılında “IV. Enternasyonal’in üyesi olmaktan gurur duyuyorum.” diye yazıyor. 1995’te ise “Ben kendimi hep genç Troçkist olarak gördüm ve bundan tek bir tane bile kötü anılarım yok.” diyor. Ama ilginç bir bağlantı ki, Kristol Neo-Kon düşüncesinin mimarlarından biri… Neo-Kon düşüncesinin entelektüel yuvası olarak bilinen İngiliz Encounter dergisinin Stephen Spender ile birlikte kurucularından. Bu da Troçkistlerin Entrizm politikasının, garip bir uygulaması olsa gerek! Samuel Huntington da kitaplarında bol bol Kristol’den alıntılar yapıyor. Erdoğan Ahmet, amacı şöyle anlatıyor:

“IV. Enternasyonalizm ve global demokratik devrim, kesintisiz devrim, “devrimlerini her ülkeye taşıma” anlayışı çerçevesinde, bu da günümüzde, binlerce Hıristiyan misyonerlerin Müslüman ülkelere akın etmesinin, yeni bir, “Hıristiyan Misyonerleri çağını” yaşamakta olduğumuzun teorik “neden” temelini açıklıyor. “Hıristiyanlığın laik”, ve “Demokratik”, “Müslümanlığın fanatik ve gerici” olduğu ırkçı iddia ile, IV. enternasyonelistçiler hem güçlerini birleştiriyorlar, hem de (devrim ihracatına) işgallerine haklılık ve onaylanma kılıfını geçiriyorlar.”

Evrensel çapta işlerde durum daha net belli oluyor.

Guatemala’da bir süredir “İsyancı Silahlı Kuvvetler” örgütü geniş çaplı bir mücadele yürütmekteydi. Bu örgüt hedef olarak ilk önce ulusal demokratik devrim görevini önüne koymuş, buradan sosyalizme geçmeyi planlıyordu. Büyük bir kitleyi de kendilerine sempatizan ve militan yapmış durumdaydılar. Silahlı mücadeleyi destekleyen yurtsever tüm örgütler bu birliğe bağlıydı. Troçkistler bu duruma tahammül edemediler. Hemen Entrist politikalara giriştiler. Kendilerine yurtsever subayların kurduğu İsyancı Silahlı Kuvvetler’e bağlı“13 kasım Devrimci Hareketini” hedef seçtiler. Bu örgüt içinde çalışıyorlar; fakat IV. Enternasyonal’e bağlılıklarını gizliyorlardı. Yayınladıkları “Sosyalist Devrim” adlı dergide Guatemala İşçi partisi’nin sosyalist devrimi yok saydığı, iktidarı burjuvaziye kaptırdığı gibi iddiaları dile getirdiler. Kendilerini aydınlar olarak tanıtıyorlar, Troçkist olduklarını gizliyorlardı. İşçi Partisi, bu aydınların kitleyi böldüğünü, halkın ve proleter kitlelerin sosyalist devrime hazır olmadığını iddia etti ki, bu bildirilerinde haklıydılar. Ancak aydınlar, Sovyet tipi bir komün istiyorlardı. Milli cephe politikasını kabul etmiyorlardı. Daha sonra ABD’de aktif olan IV. Enternasyonal ve Monthly Rewiev dergisi bu aydınları destekleyen büyük bir kampanya başlattı ve böylece Guatemala’daki kitle politikası yok oldu. Troçkistler, Guatemala’da kazandıkları “başarı” üzerine, kendilerini açıkça kutladılar ve gelecekte aynı çizgide çalışacaklarını bildirdiler. Enternasyonal’in 1967 kongresinde Posadas şöyle dedi

“Troçkizm henüz devrimi yönetecek kadar güçlü değildir; ancak nesnel koşullar izin verdiği içindir ki, Guatemala’da olduğu gibi, bir devrimi etkileme yeteneğini kanıtlayabilmiştir. Kendimizi bunun için hazırlıyoruz.”

Aslında bu itiraf anlatılmak isteneni fazlasıyla ifade ediyor. Troçkistler, silâhlı mücadelenin süregeldiği ya da ilerde böyle bir mücadelenin olabileceği öteki Latin Amerika Ülkelerine, “Guatemala deneyini yayma” çağrısında bulunuyorlar. Bunda etkili de oldular. Özellikle Şili ve Bolivya’daki sendikal hareketlere entrizm politikası ile büyük zarar verdiler. Afrika ve Cezayir’de de yıkıcı, karşı-devrimci faaliyetlerde CİA ile kol kola çalıştılar. Avrupa’da komünist partilerin içerisinde oldukça etkin vaziyetteler. “Emeğin Avrupası” gibi sosyal-şovenist, kapitalizmin yedeği düşüncelerinin mimarlarıdırlar.

Yurtsever Çizgi Tüm Duvarları Yıkmamızı Sağlayacaktır!

Günümüzde de, sermayenin yıkıcı etkisiyle faaliyet alanı daralmış tüm komünist ve sosyalist partiler ile sendikalarda faaliyette bulunup “milliyetçiliğin yedeği” olarak öne çıkıyorlar.

Türkiye’de, şu siyasal konjonktürde, sınıf pusulasını kaybetmiş alt-yapı devrimciliğine yönelmiş İP ile Troçkizmin etki alanındaki kitle politikası engelleyicisi ÖDP bu iki yönlü üst-yapı devrimcilerini kuşatma görevini fazlasıyla görüyorlar.

Bu tehlikelerden arınmanın ve sağlam bir politika yürütmenin başlıca noktası, tarihi skolastik bir anlayıştan uzak değerlendirip, devrimin niteliğini buna endekslemekten geçiyor. Bugün Türkiye vb. ülkelerde alt-yapı devrimciliğinin çıkar yol olmadığını görmüş üst-yapı devrimcilerin, “burjuva ulusalcılığı” ve “Troçkizm” etki ajanlarından sıyrılmalarını sağlayacak ideolojik öz “yurtsevelik”tir. Yurtseverlik, öz bir sosyalist değerdir. Kapitalizmin emperyalist aşamaya girdiğinin fazlasıyla kanıtlandığı şu çağda, yurtsever düşünce hem sosyalistlerin kitle ile temasını sağlayacak, hem ulusal hareketleri engelleme işlevi gören Troçkizmin entrist faaliyetlerine izin vermeyecek hem de ilkel milliyetçi çizgiden uzaklaşılmasını sağlayacaktır. Gerek Türkiye’de gerekse dünyanın tüm sömürülen ülkelerindeki sosyalizme soluk verecek, onu diriltecek, kitlelere bir seçenek olarak sunabilecek ideolojik çizgi yurtseverliktir.

Bugün Türkiye’de emperyalizm, sağ olarak bilinen insanlarca dahi kavranmış durumdadır. Anti-emperyalist bir seçenek yakındır. Kitlelerin buna yöneleceği belli olmuştur. Bu antiemperyalist seçeneği, sosyalizmin önderliği altına sokmanın tek yolu yurtsever çizgidir. Yurtseverlik, “halk ulusalcılığına” dayanır; sosyalizmi kuşatan “burjuva ulusalcılığına” değil. Lenin, “Her dönem ulusun içinde iki ulus vardır. Burjuva ulus ve onun anavatanına zıt olarak, emekçi halkın ulusu ve anavatanı vardır. Her ülkenin emekçi kesimi o ülkenin ve insanlığın gelişiminde yarattığı bütün büyük ve önemli her şeyin mirasçısıdır. İşçi sınıfı bu nedenle ülkesinin kaderine de ilgisiz kalamaz." der. Bu Leninist çizgi, yurtseverlik yani “halk ulusalcılığı”dır. Bizim halkımızda, Alparslan’ın, Ertuğrul Gazi’nin, Fatih’in ve Mustafa Kemal’in ilkel komüna geleneğinin kalıntıları fazlasıyla mevcuttur. Ancak modern finans-kapital onların eşitlikçi anlayışta simgeleştirdikleri hilafet-saltanat gibi kavramları eşitliğin yanına bile yaklaşamayacak olan AKP gibi partide simgeleştirmiş durumdadır. Seçim sonuçlarının da gerçek özü budur. Modern sosyalizmin, Troçkist ve ulusalcı gibi iki tehlikeye maruz kalması ve “dinsizlik” gibi psikolojik harp terimleriyle nitelendirilmesi çıkmazdır. Bu çıkmazdan da kurtulmanın yolu yurtsever çizgidir. İkinci Kuvayı Milliye seferberliği, yurtsever sosyalist çizginin ideolojik özünü oluşturduğu, tarihsel değerleri kapsayan ve halkı kucaklamaya aday devrimci bir seferberliktir.

1960’lardan beri, pratik mücadele içinden gelen değerli birikimler yerine, sol siyasal yapıların üst kurumlarında, üst-yapı devrimciliğin yıkmak zorunda olduğunu belirttiğimiz Troçkist ve burjuva ulusalcısı yapılar bulunmaktadır. Gençliğin önündeki görev, sınıf görüşünden habersiz, üçüncü dünyacı ulusalcılığın ve entrist Troçkizmin etkilerinden uzak, yurtsever-devrimci bir İkinci Kuvayı Milliye seferberliğinin vurucu gücünü oluşturmaktır.

Her şeyden önce bilinmelidir ki, sınıf mücadelesi tek başına kaçınılmaz bir mekanik sonucu oluşmaz; uzun süreli bir mücadele-örgüt pratiği etrafında şekillenir. Bu çatışmaya, salt “ekonomist” veya “kendiliğindenci” bir vasıf yüklemek bizzat Marksizm’in doğasına aykırı olan bir davranıştır. 20. yy’da yaygın bir şekilde egemenlerin tahtını sallayan devrimlerin de, bu yargıyı doğrular nitelikte olduğu açıktır. Her biri çok zor şartlar altında, şiddetli baskılara rağmen başarılabilmiştir. Bırakalım devrimsel süreci, basit ilerici hareketler dahi, bizzat yürütücü sınıfların inisiyatifi doğrudan ele almasıyla oluşur. Her türlü hak arama mücadelesinin, binlerce cana mal olması bu durumun bir kanıtıdır.

Kaynaklar:
Kalkınmada Bir Strateji Arayışı Yön Hareketi, Hikmet Özdemir
Louis Bonaparte’nin 18 Brumeire, Karl Marx
Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, V.İ. Lenin
Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye ve Dünya, Oya Köymen
Yön Hareketi ve 27 Mayıs’ın Sınıfsal Eleştirisi, Hikmet Kıvılcımlı
Osmanlı Tarihinin Maddesi, Hikmet Kıvılcımlı
Atatürk ve Devrimciliğimiz, Bülent Ecevit
Türksolu Dergisi Kadro-Yön-Devrim yazıları Derlemesi
Leninist Örgütlenme Teorisi, Ernest Mandel
Çağdaş Troçkizm ve Karşı Devrimci Özü, Mikhail Basmanov,
Yürüyüş Dergisi (29 Ocak 2006 tarihli sayısı)
www.halkcephesi.net
www.yeniyol.org