Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

YÜKSEL AKKAYA: İŞÇİ HAREKETİNDE ÜÇ UZUN DALGA VE BİR SONUÇ

Yazar Prof. Dr. Yüksel Akkaya (18 Haziran 2006)
19 03 2007

"Resmi tarih" her yerde var. Türkiye solu da kendi "resmi tarihini" oluşturmakta, devlet kadar olmasa da, mahir davranmaktadır. Bu nedenle, giderek "hurafelere" dönüşmeye yüz tutan solun bu "resmi tarihi"ni tartışmak kaçınılmazlaşmaktadır. 15-16 Haziran vesilesi ile bir kez daha solun bu "resmi tarih" ile yüzleşmek gerektiği, yapılan etkinlik ve yapılan değerlendirmelere bakıldığında, kaçınılmazlaşmaktadır. Bu yazı ile, bazı olgulardan hareket edilerek, 15-16 Haziran ve sonuçları tartışılmaya çalışılacaktır. Bugüne kadar yazılmış olan "tezlere" bir parça "anti-tez" oluşturacak bu yazı ile daha sağlıklı bir senteze varılmak istenmektedir. Bu nedenle, 15-16 Haziran vesilesi ile çubuğu gereğinden fazla sola bükmüş olanlara, somut gerçeği göstermek açısından bu kez, çubuk radikal bir şekilde tersine bükülecektir.

Girişin ikinci paragrafında, sorulması gecikmiş bir soruyu sormak gerekiyor.Türkiye solu açısından efsane olan 15-16 Haziran üzerine neden bir elin parmak sayısını aşan kitap/kitapçık yazılamamıştır? Neden her yıl dönümünde karbon kağıdından çıkmışcasına 36 yıldır aynı yazılar yazılmaktadır. 36 yıldır Türkiye soluna, işçi sınıfına güven vermek adına yazılmış olanların sınıf mücadelesine, sınıf bilincine katkısı ne olmuştur? Bir 36 yl daha yazılsa ne katkı ne olacaktır?

Şimdi, çubuğu, radikal olarak, tersine bükerek bir kez daha 15-16 Haziran'ı değerlendirmekte yarar var. Bir kez daha diyorum, zira geçen yıl da bu konuda yazmıştım. Ancak, buna yazılı bir yanıt gelmedi, en azından benim gördüğüm kadarı ile! Sadece, geçen yıl bir söyleşide ve bu yıl bir panelde birlikte olduğumuz, DİSK Ankara Bölge Temsilcisi Tayfun Görgün, söylediklerime "şiddetle" itiraz etti. T. Görgün'ün "refleksini" anlayabiliyorum. Doğaldır. Yadırgamıyorum. Ancak, 1516 Haziran'ın "korumacı" bir refleksle değil, soğukkanlı, ders çıkaracak bir reflekse değerlendirilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, çubuğu radikal olarak solun resmi tarihine bükenlere, bir de madalyonun diğer yüzünü göstermek gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, çubuğu bu kez aynı radikallikte tersine bükmek gerekiyor. Kuşkusuz bu tersine büküşün 15-16 Haziran gibi iki günlük görkemli bir eyleme gölge düşürmek gibi bir amacı yok, tersine, bu eyleme katılmış olan tüm emekçilere duyulan bir saygının gereği olarak düşünülmektedir. Zira, dünü bilmeden bugünü anlamak yarına daha tutarlı ve doğru bakmak mümkün değildir. 15-16 Haziran bir Hayber Kalesi efsanesi değildir, bu nedenle sonuçları itibari ile tartışılması gerekir. Ne yazık ki, bugüne kadar tartışılan, işçi sınıfının o iki günlük muhteşem başkaldırısı olmuştur, sonuçları değil. 36 yıl sonra da olsa sonuçlarını tartışmakta yarar var; deneyim ve ders çıkarmak açısından.

Osmanlıdan günümüze işçi hareketinin üç önemli "dalgası vardır". İlki 1908 grevleridir, ikincisi 15-16 haziran, üçüncüsü Bahar Eylemlerinin ardından gelen kamu emekçilerini 1995'teki 17-18 Haziran Kızılay eylemidir. Her üç eylem de emekçilerin, işçi hareketi tarihine düşülmüş önemli şerhleridir. Bu nedenle de çok saygın ve önemlidirler. Ancak, bu görkemlilik, önemlilik sonuçlarını tartışmayı da ortadan kaldırmamalıdır. İşçi hareketini bu görkemli üç eyleminden sonra ortaya çıkan sonuç şu olmuştur: sermaye cephesi bu eylemlerin örgütlülüğüne müdahale etmiş, onlar için sınırlar (isteyen kırmız çizgiler de diyebilir moda deyimle) çizmiştir. 1908 grevlerini değerlendiren İttihat ve Terakki yönetimi sendikaları yasaklamayı uygun bulmuştur (kamu kurum ve kuruluşları ile imtiyaz ve ruhsat almış olan işletmelerde). Tesadüf müdür? Olabilir!

15-16 Haziran, 1967 yılında TİP tarafından kurulmuş olan DİSK'in üç yıllık birikiminin bir soncudur. Öyle birkaç günlük bir "çalışmanın" değil. Zira, emekçiler üç yılda, özel kesimde o güne kadar yaşanan yoğun sömürüye karşı çıkan bir örgütle ilk kez tanışmış ve yılların "acısını" çıkarmaya başlamıştır. DİSK'in, Türk-İş tarafından bilinçli olarak örgütlenme dışı bıraktığı özel sektörde örgütlenmesi ve önemli başarılar elde etmesi sadece sermaye cephesini değil Türk-İş'i de telaşlandırmıştır. Ama, Türk-İş ile birlikte, onunla gül gibi geçinen devleti, aynı anlama gelmek üzere sermaye cephesini de telaşlandırmıştır. Zira, Türk-İş de DİSK'in peşinden sürüklenmeye başlamıştır. İşte bu durum, sermaye cephesine bir kez daha sendikal alada "kırmızı çizgileri" çizme gerekliliğini duyurmuştur. 15-16 Haziran'ın görkemli işçi başkaldırısına yol açan yasal düzenleme de bu kaygının bir ürünüdür. Sorun basit bir DİSK'i etkisizleştirme sorunu olmayıp, sermaye birikimin tehdit eden, kar oranlarını düşüren, sömürü oranını aşağıya çekmeye çalışan bir örgütlenmeyi ve mücadelesini ortadan kaldırmak sorunudur. Çubuğu tersine bükerken, bu temelde bükmek e oradan bakmak gerekiyor. Bu durumda sorulması gereken bir soru var: Sermaye, kar oranlarını azaltan, sömürü oranını düşüren bir yapılanmaya izin verir mi? Vermezse hangi araçlara baş vurur? 1908 grevleri bize sermayenin tercihini gösteriyor. Ancak, biz sol adına "hurafe" yaratmakta mahir olduğumuz için br gerçeği hep göz ardı etmekte sakınca görmedik. İşçi sınıfının mücadele düzeyini göstermek için1 1908 grevlerini överken sonuçlarını hiç tartışmadık. Bu grevlerden sonra devlet örgütlenmeye sıkı bir yasak getirmiştir. Kuşkusuz, bu durum hiç greve gidilmeseydi, sendikal örgütlenme de yasaklanmazdı gibi bir ucube çağrıyı içermiyor. Sadece, sermaye cephesinin ne kadar "zeki, çevik ve akıllı" davrandığını gösteriyor. Bir de işçi sınıfının buna karşı koyamayışını 15-16 Haziran'a, 1908 grevleri deneyimi üzerinden baktığımızda, teorik olarak karşımıza çıkan olgu şudur: Sermaye cephesi, bu kadar güçlenmiş bir işçi sınıfı ve yarattığı tehlikeye boyun mu eğecektir, yoksa "kırmızı çizgiler" içine mi çekecektir. Dünyanın hiçbir yerinde sermaye cephesi, kendisini tehdit eden böylesi bir yapılanmaya sessiz kalmaz. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için araca başvurur: ilki yasalar aracılığı kapatmak ya da etkisizleştirmektir; ikincisi o örgüt içinde politika değişikliklerine yol açacak bir yapılanmayı sağlamaktır. 15-16 Haziran öncesi DİSK ile sonrası DİSK karşılaştırıldığında, özellikle, 1970'teki sendikal politikaları ile 1980'deki sendikal politikaları karşılaştırıldığında sermaye cephesinin ne kadar yol aldığı da anlaşılacaktır. Bu durumda sorulması gereken soru şudur: 15-16 Haziran direnişi ne için yapılmıştı, 1980'de geriye kalan nedir? Ne yazık ki 15-16 Haziran br Pirus zaferidir, dolayısı ile, 1980'deki sonuca bakıldığında br yenilgidir. Zira, direnişçi işçilerin sahip çıktığı DİSK gitmiş, sermayenin sınırlarını çizdiği bir alanda faaliyet gösteren bir DİSK çıkmıştır ortaya. DİSK'e üye işçilerin sosyalizme kayarken, yönetimin sağa kayması bu durumu değiştirmemiştir. Sonuç ortadadır. Sermaye cephesi ve aynı anlama gelmek üzere devlet, 1908'de olduğu gibi 1970'te de örgütü hedef almış, ve düzen içine çekmede başarılı olmuştur.

Tarihsel açıdan üçüncü örneğimiz kamu emekçilerinin 1995 yılında gerçekleştirdikleri görkemli Kızılay eylemidir. Sermaye, aynı anlama gelmek üzere devlet bu eylemden de ders çıkarmış, meşru zeminde mücadele eden ve adım adım büyüyen kamu emekçileri hareketini mevzuat içine çekmek ve bu mevzuatla mücadele sınırlarını belirlemek için akıllıca davranmakta gecikmemiştir. Bugün kamu emekçilerinin hareketi on yıl öncesinin çok gerisinde ise bu bir bakıma 17-18 Haziran görkemli eyleminden önceki iki büyük dalganın sonuçlarının bir kez daha yaşandığını gösteriyor. Bu durumda emekçilere, sosyalistlere, devrimcilere düşen, bu görkemli üç eylemde olduğu gibi, hurafeye kaçan bir yüceltme değil, mücadelenin hakkını veren, saygı duyan bir değerlendirme, ama, mutlaka sonuçlarına da bakıp bundan ders çıkaran sonuca ulaşmak düşmektedir. İşte o zaman, baskını, zulmün, muhbirliğin kol gezdiği 1908'deki grevci işçilerin değeri, 15-16 Haziran' gerçekleştiren işçilerin büyük coşkusu ve güveni, 17-18 Haziran'ı yaratan kamu emekçilerinin o büyük mücadelesi anlaşılmış ve hakkı verilmiş olur. Tersi durumda, daha nice 36 yıl boyunca 15-16 Haziran'ı, daha nice on yıllarca 17-18 Haziran'ı salonlarda kutlar, üstüne birbirinin benzeri övgü dolu yazılar yazarız. Ne var ki her seferinde bu görkemli eylemlerden ders çıkarıp, sonuç alan sermaye cephesi olur.