Hükümet merkezi, düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, halkın ve devletin bağımsızlığını koruyacak (silahlı) kuvvetlere (onlar) emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve halkın araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. Yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da, ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki, yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan doğruya halkın kendisine kalıyordu... İşte buna KUVÂ-Yİ MİLLİYE diyoruz... 1923
VATAN POSTASI BATI

Gazeteler

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ - MARKSİST BİR ANALİZ

Yazar Terry Townsend /Democratic Socialist Platform (DSP)/ Çeviri: Tayfur Cinemre (alınteri.net)
29 08 2007

küresel ısınmaKapitalizm mi, hayatta kalmak mı?

İnsanlık 50 yıl içinde seçmek zorunda...

Al Gore’un "Uygunsuz Gerçek" filmi, karşı karşıya olduğumuz çevre krizinin büyüklüğünü tüm dünyanın gözleri önüne çarpıcı bir biçimde serdi. Küresel ısınma, kapitalizmin yarattığı çevre krizinin en son tezahürüdür ve bu kriz o kadar büyüktür ki, insan medeniyeti de dahil olmak üzere gezegenimizdeki tüm yaşamı, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Sanayi devriminin ürünü olan küresel ısınmanın boyutu, ve yaklaşan felaketin önlenebilmesi için kalan çok kısa zaman, küresel ısınmayla mücadeleyi insanlığın karşısına bugün en acil sorun olarak dikmiştir.

Her gün daha fazla insan problemin derinliğini kavradıkça, küresel ısınmanın durdurulması, ve ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplum için acilen radikal önlemler alınması gerektiğine dair inançları pekişmektedir.

Oysa şurası bir artık gerçektir ki, bugünkü neo-liberal ekonomiyle, sanayinin yeniden yapılandırılması ve enerji, taşımacılık, tüketim kalıpları ve temiz teknoloji konularında uygulanması şart olan politikaları hayata geçirebilmek mümkün değildir.

Al Gore’un filmi, küresel ısınmanın iyi bilinen etkilerini ve tehlikelerini (hızla eriyen ve yok olan buzullar, yükselen deniz seviyesi, şiddetli kasırgalar, seller, vb) grafiksel olarak ortaya koyarken, eko-sistemlerin küresel ölçekte çöküşü gibi daha az bilinen bazı noktalara da ışık tutmuştur. Örneğin, 2000 yılında martılar ilk kez kuzey kutbunda görüldüler. Kutup ayıları kilometrelerce yüzdükleri halde üzerine çıkacakları buz adacıklarını bulamadıkları için boğulmaktalar. Hastalık taşıyan sivrisinekler, tropik bölgelerden tüm dünyaya yayılarak milyarlarca insanın sağlığını tehdit etmekte.

Sıcaklık had safhada

Dünya ölçeğinde, Kayıtlara geçmiş en sıcak 10 yıl, geçtiğimiz 14 yılın içinde yaşandı. 2005 yılı en sıcak yıl olarak kayda geçti. Bilim adamları, öncelikle fosil yakıtlardan kaynaklanan karbon dioksit (CO2), metan, azot oksitler, su buharı vb. gazların atmosferdeki yoğunluklarının hızla arttığı konusunda hemfikirler. İşte bu gazlar, ısıyı hapsederek gezegenimizin ısınmasına neden olmakta.

Ortalama küresel sıcaklık, bugün 19. yüzyılda olduğundan 0.6 C derece daha fazladır. Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu bugünkü seviyede dondurulabilse bile, önümüzdeki 30 yıl içinde sıcaklık artmaya devam edecektir (ki bunun için, salınmakta olan sera gazı bugünkünün çok altına düşürülmelidir). Bugün atmosferdeki CO2 miktarı, son 650,000 yıldaki en yüksek değerdir.

2001’de yapılan “İklim Değişikliği Üzerine Hükümetler Arası Panel”de (IPCC), CO2 konsantrasyonunun sanayi öncesi dönemin iki misli olan 550 ppm’de sabitlenememesi halinde, 2100 yılında sıcaklığın bugüne göre, 5.8 C derece daha artacağı uyarısında bulunuldu. Isınmayı 2 C derecenin altında tutabilmek için ise, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının en geç 2050 yılı itibariyle en az % 60–80 arasında azaltılması gerektiği vurgulandı.

Sera gazı emisyonları azaltılmazsa, 2100 yılında deniz seviyesinin 20-100 cm arasında yükseleceği hesaplanıyor. Üstelik bu da, kutuplardaki buzulların tamamen erimeyeceği varsayımına dayanıyor. Acilen harekete geçilmezse, dünyadaki yoğun nüfuslu bazı şehirler sular altında kalacaktır. Küresel ısınma, şiddetli fırtınaları, selleri, kuraklıkları, çölleşmeyi, susuzluğu ve tehlikeli tropikal hastalıkları tetikleyecektir. Ve bunlardan en fazla etkilenecek olan da, dünyadaki yoksul çoğunluk olacaktır. Ne yazık ki bu süreç, çoktan başlamıştır bile. Ve bu saptamaları her geçen gün güçlendiren, hatta az bile varsayıldığını gösteren yeni veriler elde edilmektedir.

İngiliz radikal köşe yazarı George Monbiot, CO2’ye nazaran kamuoyunun daha az dikkatini çeken, oysa CO2’den defalarca daha kuvvetli sera etkisi olan metan gibi gazlar hesaba katıldığında, sanayileşmiş ülkelerin emisyonlarını 2030 yılı itibariyle ortalama %90 azaltmaları gerektiğini ifade ediyor. Hatta ABD ve Avustralya’nın emisyonlarını %94 azaltmaları gerektiğinde ısrar ediyor. ALP (Avustralya İşçi Partisi) tarafından taahhüt edilen, 2050 yılına kadar %60 azaltmanın, yaklaşan felaketi önlemeye yetmeyeceğini vurguluyor.

Bu konuda acilen harekete geçmemenin bedeli, büyük bir iklim felaketi olacaktır. Grönland ve Antarktika’daki buzullar erirse, deniz seviyesi, birkaç on yıl içinde 10 m kadar yükselecektir. Daha az bir erime ise, Kuzey Atlantik Okyanusu’ndaki akıntıları yavaşlatacak veya tamamen durdurabilecektir. Bu ise, nispeten ılıman Avrupa ikliminin sonu anlamına gelecektir.

Yapılan son çalışmalar, erimekte olan tundralardan, karbondioksite nazaran 21 kat daha fazla sera etkisine sahip olan metan gazının ani bir şekilde atmosfere karışabileceğinin alarm sinyallerini vermektedir. Bu ve bunun gibi birçok süreç, küresel ısınmayı pozitif geri besleme (positive feed-back yani kendi kendini hızlandıran süreç) yoluyla, tahmin edilemeyecek kadar hızlandırabilir.

Roma alevler içindeyken kapitalizm oyun oynamakla meşgul

Bilim adamlarının ve çevrecilerin küresel ısınma konusunda bugünlerdeki uyarıları, gelmekte olan küresel çevre felaketinin ilk ciddi uyarıları değildir.

1992’de, içlerinde halen yaşayan Nobel’li bilim adamlarının yarıdan fazlası da bulunan 1575 bilim adamı, “Dünya Bilim Adamlarının İnsanlığa Uyarısı” başlıklı raporda şöyle sesleniyordu:
İnsanoğlu ve doğa hızla kafa kafaya çarpışmaya doğru gitmektedir. İnsanoğlunun eylemleri, çevre ve kritik kaynaklar üzerinde acımasız ve kalıcı bir etki yaratmaktadır. Önlenemediği takdirde, bugünkü uygulamalarımızın çoğu, insan, hayvan ve bitki yaşamını tehlikeye atmakta ve hayatı, bildiğimiz tarzda sürdüremeyeceğimiz şekilde gezegenimizi değiştirmektedir. Eğer bu çarpışmayı önlemek istiyorsak, yaşamımızda çok temel değişikliklerin acilen hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Dünya bilim adamları şöyle devam ettiler: "Gezegenimizin atmosferi, okyanusları, su kaynakları, toprağı, ormanları ve tüm canlıları büyük bir baskı altındadır. 2100 yılı itibariyle, bugün varolan canlı türlerinin üçte biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır."

Vardıkları sonucun açık ifadesi şöyleydi:
Eğer insanoğlu yaklaşan büyük felaketten kurtulmak ve gezegenimizi geri dönülmez bir şekilde mahvolmaktan korumak istiyorsa, bugüne kadarki dünyayı yönetme şeklinde çok köklü değişiklikler yapması gerekecektir.
Gezegenimizin ekolojisi, öncelikle zengin ülkeler olmak üzere tüm insanlık tarafından, dünyamızın doğal yollarla baş edebilme kapasitesi hızla aşılarak “geri dönülmez bir biçimde sakatlanmaktadır”.

Bunun bazı örnekleri şöyle verilebilir: Dünyamızdaki karaların üçte biriyle yarısı arasındaki bir kısmı, insan tarafından dönüşüme uğratılmıştır; tatlı su kaynaklarının yarıdan fazlası insanlar tarafından kullanılmaktadır; bugün canlı türlerin yok olma hızı 65 milyon yıldan beri en yüksek seviyesine ulaşmıştır ki bu, doğal yok olma sürecinin 1000 katından fazladır.

2002 yılında ABD Bilimler Akademisi’nde yapılan hesaba göre, dünya kaynaklarının kullanımı, 1980 yılında gezegenimizin kendi kendini yenileyebilme kapasitesini aşmıştır. 1999 yılı itibariyle ise, bu noktayı %20 aşmış bulunmaktadır.

Dünyamızda hızla artan büyük bir su sıkıntısı vardır ki bu, küresel ısınmayla daha da kötüleşmiştir. Dünya Sağlık Teşkilatı’na göre bugün, 1.1 milyar insan temiz içme suyuna sahip değildir. Kalkınmakta olan dünyanın yarısına tekabül eden 2.6 milyar insan ise sağlıklı kullanma suyuna ulaşamamaktadır. Bunun doğrudan bir sonucu olarak, %90’ı gelişmekte olan ülkelerdeki beş yaş altı çocuklar olmak üzere, her yıl 1.6 milyon insan hastalanarak ölmektedir.

Acilen ilgilenilmesi gereken ciddi bir çevre sorunu da okyanuslarımızın durumudur. “Science” dergisinin Kasım 2006 sayısında, eğer endüstriyel balıkçılık bugünkü hızıyla devam edecek olursa, 2048 yılında dünyada, deniz ürünlerinin tamamen tükeneceğini saptayan çok önemli bir çalışma yayınlandı. Denizlerdeki ticari balık türlerinin yaklaşık üçte biri bugünden yok olmuştur bile. Bu, avlanabilir balık sayısında 1950’den bu yana, %90 lık bir azalma anlamına gelir. Ve azalma giderek hızlanmaktadır, daha 1980’de balık türlerindeki düşüş, %13 idi. BM’in Gıda ve Tarım Organizasyonu’nun raporuna göre, dünyadaki ticari balık stoklarının dörtte üçü, aşırı avlanma tehlikesine maruzdur.

Araştırmalar gösteriyor ki, biyo-çeşitliliğin %50’ye varan azalması, kıyılardaki deniz eko sistemlerinde de belirgin bir çözülmeye neden olmaktadır. Örneğin midyelerin deniz suyunu filtre ederek toksinlerden arındırma işlevlerini artık yerine getirememeleri sonucu, buralarda ölü bölgeler meydana gelmektedir. Araştırma başkanı Boris Worm şöyle diyor:
Bu araştırmayla, mavi gezegenimize adını veren okyanuslardaki yaşamın öneminin ne kadar az farkında olduğumuzu anladım. Oysaki okyanusların kaderi, er veya geç bizim kaderimizi de belirleyecektir.
Dünya çapındaki kriz büyür ve bilimsel uyarılar daha yüksek sesle dile getirilirken, yönetimdeki kapitalist sınıfların buna tepkisi uzun süre yalnızca reddetmek oldu. Daha sonraları, uyarıların abartılı olduğunu ve insanlığın olası değişikliklere adapte olabileceğini söylemeye başladılar. Daha sonra, bir şeyler yapma zorunluluğu artık ortaya çıkmaya başlayınca da, büyük işletmeleri mümkün olduğunca az etkileyecek biçimde, yetersiz, gönüllülük esasına dayanan ve zamana yayılı bir takım önlemler almayı düşünmeye başladılar. Bu tıpkı, “Roma alevler içindeyken oyun oynamaya” benzemektedir.

BM Çevre Programı’nın 1997’de yayınladığı “Çevrenin Küresel Durumu” adlı raporda, “Küresel çapta sürdürülebilir bir gelecek yolunda ilerleme bugün çok yavaş; konunun aciliyeti görülmek istenmiyor; çevresel çöküşü durdurmak için gerekli politik kararlılık ve kaynaklar ne ulusal ne de uluslararası ölçekte mevcut değil; oysa sahip olduğumuz bilim ve teknoloji bunu yapmaya kadirdir… Sonuç olarak, yapılması gerekenle yapılmakta olanlar arasındaki uçurum giderek büyümektedir” denilmektedir.

Kyoto Protokolü: Çok az ve çok geç

küresel ısınmaOyunun yeniden oynanmaya başladığını görebiliyoruz. Bilim adamları küresel ısınma uyarılarında bulunmaya başladığı 1980’lerden, Kyoto Protokolü’nün imzalandığı 1997 Aralığına kadar geçen sürede hiçbir şey yapılmadı. Protokolün uygulamaya koyulması ise ancak Rusya’nın imzalamasından sonra 2005 Şubat’ında oldu. Dünyanın en büyük sera gazı emisyonunu yapan ABD (toplamın %23’ü) ve Avustralya protokolü imzalamayı reddettiler. Başkan George Bush ve John Howard, güçlü fosil yakıt, petrol ve otomotiv endüstrilerinin desteğini alarak, sanayi kaynaklı küresel ısınmanın gerçekliğini inkar etmeye devam ettiler.

Ve böylece bugün, küresel ısınmanın bilindiği 20 yıldan bu yana, emisyon azaltılması için ilk defa ortaya konulan Kyoto hedeflerinin, yapılması gerekenlerin çok gerisinde kalması bir yana, önermiş olduğu pazar ekonomisine dayalı ve büyük şirketleri rahatsız etmeyecek tarzda düzenlenmiş uygulama mekanizmalarının da, bu konuda ters etki yaratması gerçeği ile karşı karşıyayız.

Kyoto Protokolü’ne göre, en fazla sera gazı emisyonunu yapmış ve yapmakta olan zengin sanayileşmiş ülkeler, emisyonlarını 2012 yılına kadar, 1990’daki seviyenin yalnızca %5.2 altına çekmekle yükümlü kılındılar. Öte yandan, 2050 yılına kadar %60–80 oranındaki azaltma hedefine (Monbiot’un çok daha kesin rakamları bir kenara bırakılsa bile) ulaşmak için 2012’den sonrası için hiçbir hedef ve program ortaya konulmadı.

Protokole göre, emisyonlarını azaltamayan veya azaltmak istemeyen zengin ülkelere, Kyoto yükümlülüklerini yerine getirmiş olan diğer ülkelerden “kirletme hakkı” satın almaları ayrıcalığı tanınıyor. Şurası unutulmamalıdır ki, Kyoto için 1990 yılının baz alınması sayesinde, 1991 sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa (Doğu Almanya dahil) ekonomilerinin çöküşüyle bu ülkelerde oluşan %40’lık emisyon azalması kurnazca hesaba yazılıvermiştir. Rusya ve Ukrayna oluşan bu emisyon azaltmalarını sanayileşmiş diğer ülkelere satmayı planlarken, birleşmiş Almanya da, emisyonlarını kağıt üzerinde suni olarak azaltıvermiş oldu.

Protokolle özel şirketlerin de kirletme hakkı alım satımı yapmasına izni veriliyor. Kyoto Protokolü “Temiz Kalkınma Mekanizması” (Clean Development Mechanism–CDM) ile, zengin ülkelerin şirketleri, gelişmemiş ülkelerde sera gazı emisyonunu azaltacağı iddiasıyla yaptıkları yatırımlar suretiyle, “emisyon kredileri” kazanmış oluyorlar. Ne yazık ki bugüne kadarki uygulamalar, bu projelerin birçoğunun faydasının şüpheli olduğunu, veya başka ciddi çevresel zararlar oluşturduğunu, ya da gelişmemiş ülkeler tarafından zaten kendiliğinden gerçekleştirilebilecek olduğunu gösterdi.

Örneğin Avustralya’lı bir firma, tasarruflu cihazlar üretecek bir fabrikayı, kendi ülkesinde kurmak yerine, Hindistan’da kurabilir, ya da Mozambik’te rüzgar türbinleri kurarken kendi ülkesinde ya da Güney Afrika’daki tesislerindeki emisyonlarını alabildiğine sürdürebilir.(BHP Billiton).

CDM’in ortaya çıkaracağı bir başka sonuç da, zengin ülkelerin kendi ülkelerinde artık modası geçmiş teknolojileri yoksul ülkelerin kucağına atmaları olacaktır. Modası geçmiş bu teknolojiler, yoksul ülkelerdeki mevcut eski yöntemlere göre daha “temiz” sayılabilir; ve bu teknolojiyi transfer eden zengin ülkeler bu sayede “karbon kredisi” kazanabilirler. Ancak bunu kabul eden yoksul ülkeler böylece, modası geçmiş, ve zengin ülkelerde kirli sayılan ve artık rekabetçi olamayan teknolojilere mahkum edilmiş olurlar.

New Scientist dergisinin web sitesine göre, Kyoto’daki bu boşluklar ve ayak oyunları sayesinde, sanayileşmiş ülkeler emisyonlarını kağıt üzerinde %5.2 oranında azaltmış gibi gösterseler dahi, bu gerçekte %1.5’dan daha fazla olmayacaktır.

Oysa, 2006 Ekim ayı rakamları göstermiştir ki, zengin ülkelerin emisyonları 1990 yılından bu yana sürekli artmaktadır ve Sovyet / Doğu Avrupa ekonomilerinin çöküşüne bağlı kağıt üzerindeki emisyon azalmasına rağmen, 2004 yılı itibariyle ortalama artış %11’den büyüktür. Kyoto’yu imzalayan 41 zengin ülkenin 34’ünde emisyon 1990–2004 sürecinde azalmamış, artmıştır. Bu artış ABD’de %21.1, Avustralya’da %25.1 olmuştur.

Ulaşımdan kaynaklanan emisyon ise %25 fırlamıştır. Öte yandan ilginç bir şekilde, Kyoto Protokolü’ndeki emisyon hesabında otomobil ve uçaklardan kaynaklanan emisyon dikkate bile alınmamaktadır.

Aynı süreçte, atmosferdeki CO2 yoğunluğu da giderek artan bir hızla yükselmektedir. Dünya Meteoroloji Organizasyonu, 2005 yılı itibariyle CO2 konsantrasyonunun 379.1 ppm’e çıktığını rapor etmiştir. Küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlamak için, bu konsantrasyon 2050 yılı itibariyle 450 ppm’de sınırlandırılmalıdır. İngiltere’nin önde gelen iklim bilimcilerinden Oxford Üniversitesi’nden Myles Allen’a göre “Açıkça görülüyor ki hızla, iklim değişikliği senaryolarından en kötüsüne doğru gidiyoruz, yani 2100 yılına varmadan 5 derecenin üstünde bir sıcaklık artışına doğru”.

Bütün bunlar gösteriyor ki, liberal hükümetler ve savundukları sistem, insanlık ve dünyanın karşı karşıya olduğu bu en büyük çevre felaketi karşısında bile, sonsuz kar hırslarına öncelik vermeye devam ediyorlar.

Bireysel çözümler yetersiz

Bu çözüm önerileri bizi tekrar ABD’nin “eski gelecekteki başkanı” Al Gore’a götürüyor.

Gore’un “Uygunsuz Gerçek” filmi, karşı karşıya olduğumuz tehdidin kitleler tarafından anlaşılmasında mükemmel bir iş başardı ve acilen harekete geçmenin gerekliliğini vurguladı. Ancak onun yaptığı, yalnızca ne yapılması gerektiğini vurgulamak oldu; nasıl yapılması gerektiğine dair bir cevabı ise yoktu.

Gore’un önerdiği çözümler temelde bireysel önlemlerdi: Hepimiz tasarruflu ampuller kullanmalıyız, evlerimize ısı yalıtımı yaptırmalıyız, hibrit (elektrik ve benzinle çalışan) otomobiller kullanmalıyız ve “dürüst” ve saygıdeğer siyasetçilere oy vermeliyiz. Bununla birlikte Gore, büyük firmalar için çok az bir yaptırım talebinde bulunuyor ve Kyoto’nun öngördüğü karbon ticaretine benzer şekilde, pazar ekonomisine dayalı gönüllü birtakım önlemler öneriyor. Gore aynı zamanda, CO2’nin yeraltına depolanması (geo-sequestration) yoluyla “temiz kömür” teknolojilerine ve nükleer enerjiye de onay veriyor.

Ne yazık ki, varolan küresel çevre krizinin boyutu ve kaynağı gözönüne alındığında bu yaklaşım hem yetersiz hem de yanıltıcıdır. Gore bizi “karbon-nötr” bir yaşam sürmeye teşvik ediyor ancak bunun nasıl mümkün olabileceğini söylemiyor. Eğer dünya ekonomisi karbon-nötr değilse, eğer dev otomotiv fabrikalarında, enerji santrallerinde ve ekonominin her alanında artan bir hızda sera gazları saçılmaya devam ediliyorsa, bu nasıl mümkün olabilir?

Ne kadar iyiniyetli olursa olsun, insanlara yaşama alışkanlıklarını değiştirmelerini önermek, ne kadar gerçekçidir? “Otomobil kullanmayın”, “Elektrikli aletlerinizi prize takılı bırakmayın”, “Tüketici olmaktan vazgeçin” gibi öneriler ne kadar gerçekçi olabilir? Eğer yeterli toplu taşımacılık yoksa, çalışanların işleri, çocukların okulları evlerine uzaksa, şehir planlaması bu yönde yapılmadıysa, insanlar otomobilleri kullanmaktan nasıl vazgeçebilirler? Üretici firmalar, elektrikli aletlerini prizde bırakılacak şekilde tasarlıyorlarsa, bunu yapmak nasıl mümkün olabilir?

Liberal ve varlıklı bir siyasi lider olarak, yakın geçmişte dünyanın en güçlü kapitalist devletini yönetmeye talip biri olarak ve bütün bu problemlerin pazar ekonomisi içinde çözülebileceğine inanan biri olarak, Al Gore’un, dünyanın güçlü şirketleriyle çatışmayı göze alamaması son derece doğaldır. O, karlarını maksimize etmek için, gezegenimizin kaderi üzerine kumar oynamakta olan kapitalist sınıfın mevcut ekonomik ve siyasi sistemini suçlamıyor.

Tabii ki Al Gore, küresel ısınmayı ve diğer çevre felaketlerini çözme sorumluluğunu bireylerin üzerine yıkan ve bu konuda, “yeşil vergilerle” ve yasal kurallarla motive edilecek kapitalist pazar ekonomisine güvenmekte olan tek kişi değildir. Bu aynı zamanda, birçok çevreci grubun ve yeşil partinin de yaklaşımıdır. Monbiot bile, diğer radikal söylemlerine rağmen, karbon ticaretinin bir türünü önerebilmektedir. Bu konuda birçok çevreci anlaşmaya varmış görülüyor.

Çevre eylemcileri arasındaki bu görüşler, belki iyiniyeti yansıtıyor ancak sonuçta ütopyadan öteye geçemiyor. Çünkü onlar insanların, kişisel tüketimlerini azaltarak, geri dönüşümlü üretim yapan firmalardan alışveriş ederek ya da çevre dostu teknolojilerden yararlanarak, dünya kaynaklarına olan talebi ciddi oranda azaltabileceklerini, buna bağlı olarak da büyük firmaların “pazardan gelen bu sinyallere” tepki vererek, yavaş büyüyen ya da hiç büyümeyen bir ekonomiye uyum sağlayabileceğini öngörüyorlar.

Tabii ki çevre bilincine sahip olmanın önemini inkar edemeyiz. İnsanların yaşamlarını daha ekolojik bir şekilde düzenlemeleri muhakkakki iyi bir şeydir.

Ancak şurası açıktır ki, tek başına bu, gelmekte olan tehlikeyi önlemeye yetmeyecektir. Bu, kitlesel bir çevreci hareketin ana stratejisi olamaz ve bu yaklaşım, asıl büyük suçluları gizleyerek hedef saptırılmasına yol açar.

Marksist Ekolojist John Bellamy Foster, “Monthly Review” dergisinin Şubat 1995 sayısında, “çözümün bireysel ekolojik ahlak ile sağlanabileceği görüşü, birey ahlakının toplum ahlakının anahtarı olduğu bir toplum kabulüne dayanıyor” demektedir. Bu kabule göre, eğer insanlar bireysel olarak doğa karşısındaki ahlaki duruşlarını değiştirebilirlerse ve yayılmacılık, tüketim ve günümüzdeki iş yapma yöntemleri gibi alışkanlıklarından vazgeçebilirlerse, her şey daha iyi olacaktır.

Ancak Foster şöyle devam ediyor:
Burada gözardı edilen en önemli şey, bu ahlaki değişim çağrılarının, kapitalist üretimin ‘koşu bandı’ olarak adlandırılabilecek temel kurumsal gerçeğine ters düşmesidir.
Yani kapitalizmin, üretmek için üretmek, tüketmek için tüketmek ve sürekli sermaye birikimi yapmak şeklinde tanımlanabilecek o sonsuz “koşu bandı” kuralına.

Foster, Marks ve Engels tarafından yapılmış bilimsel sosyalist analizlere dayanarak, yıllardır birçok çevreci teorisyenin iddiasının aksine, Marksizm’in çevre krizinin yalnızca temel nedenlerini kavramayı sağlamadığını, aynı zamanda bunun çözümü için en iyi siyasi kılavuzu verdiğini de söylüyor. Buna göre gezegenimizi, eşiğinde bulunduğu büyük felaketten yalnız ve yalnızca, çevre düşmanı kapitalist sistemin yerini alacak uzun erimli bir sosyal devrim kurtarabilir.

Foster kapitalist “koşu bandı” olgusunu altı parçaya bölerek inceliyor:
İlk olarak, sistemin merkezinde bulunan sermayenin, sosyal piramidin tepesindeki bir azınlık tarafından biriktirilmesi geliyor. İkinci olarak, kendi işine sahip olan emekçileri, sürekli üretim artışının sonucu olarak, ücretli işçilere dönüştüren uzun bir tarihsel sürecin varlığı. Üçüncü olarak, rekabetin, sermayeyi başkalarını yok etme pahasına yeni teknolojilere yönlendirerek üretimi arttırması. Dördüncü olarak, doyumsuz bir açlığı tetikleyen, yeni ‘ihtiyaçların’ sürekli olarak yaratılması. Beşinci olarak, hükümetlerin sürekli bir ulusal kalkınmayı artan şekilde teşvik etmeleri. Ve altıncı olarak, medya ve eğitimin bu ‘koşu bandı’ olgusunu güçlendirecek araçlar haline getirilmesi.
Marks’ın sermaye birikimi formülüyle tanımlanan kapitalizmin çevre düşmanı işlevini Foster şöyle özetliyor:

Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin hakim olduğu uzun yüzyıllar köylüler ve zanaatkarlar üretim fazlalarını satarak diğer ihtiyaçlarını satın almışlardı. (Örneğin ürettiği ayakkabıları satarak buğday alan ayakkabıcı gibi)

Para ve malın bu değişimi, Mal – Para – Mal (MPM) süreci şeklini almıştır ve sonuçta elde edilen malın tüketilmesiyle son bulmuştur. Oysa kapitalist üretim biçiminde bu süreç parayla başlayıp parayla bitmektedir. Sermaye sahibi, malı, daha fazla para kazanmak için alır veya üretir. Kazandığı parayla daha fazla mal alır ve bunu da satarak daha fazla para kazanır. Burada formül, Para – Mal – “Para” (PMP) şeklini almıştır. Bu formüldeki “para” artık, ilk paranın üzerine emeğin yarattığı artık değerin ilavesiyle ortaya çıkan paradır.

Basit mal üretim sürecine hiç benzemeyen bu sürecin sonu yoktur. Çünkü sermayedarın yegane amacı artık, yaratılan artık değerin tekrar yatırıma dönüştürülmesiyle sermayesinin arttırılmasıdır. Kapitalistler arasındaki rekabet, ayakta kalabilmek için kazançlarını tekrar yatırıma dönüştürmelerine, üretimlerini arttırmalarına ve büyümelerine yol açar. Üretim, bazı krizlerle (depresyon, savaşlar, vb.) kesintiye uğramadığı müddetçe de büyümeye devam eder. İşte kapitalizmin özündeki bu dinamik, çevre üzerindeki baskının en büyük nedenidir.

Kapitalizm, neticeleri ne olursa olsun, yalnızca kendisi için biriktirmeyi ve büyümeyi sürdüren bir sistemdir. O, daima daha fazla büyümekten başka bir amacı olmayan bir canavardan başka bir şey değildir. “Biriktir, biriktir!” onun dini imanı budur der Marks Das Kapital’de:
Kapitalizm şu meşhur kurbağa ve akrep hikayesindeki akrebe benzemektedir. Nehri tek başına geçemeyen akrep kurbağanın sırtına biner ve tam nehrin ortasındayken onu sokarak öldürür. Can vermekte olan olan kurbağa, ‘Bunu neden yaptın, şimdi ikimiz de öleceğiz?’ diye sorar. Akrebin cevabı ise şu olur: ‘Ne yapayım bu benim doğamda var…’
İşte bu yüzden, kapitalist sistem içinde büyümenin durdurulması, yavaşlatılması veya sürdürülebilir hale getirilmesi tamamen boş hayallerdir. Sistemi reforma tabi tutabilmek için yeteri sayıda tüketicinin bilinçlenerek çevreci olmalarına dayanan stratejiler de aynı şekilde umutsuzdur. “Durağan” ya da “istikrarlı” bir kapitalizm mümkün değildir.

Foster devam ediyor: Herkes bu döngünün bir parçasıdır ve bundan kurtulmayı ya istemez ya da buna imkanı yoktur. Küresel rekabetçi bir çevreyle kuşatılmış olan yatırımcı ve yöneticiler, bu ortamda ayakta kalabilmek için sermayelerini arttırmak ve işletmelerini büyütmek zorundadırlar. Büyük bir çoğunluk için ise bu döngüye olan bağımlılık daha sınırlı ve dolaylıdır: Onlar yaşabilmek için belli bir ücret kazanmak zorundadırlar. Ancak bu işlerini kaybetmemek ve belli bir yaşam standardını tutturabilmek amacıyla, Alice Harikalar Diyarında'ki Kırmızı Kraliçenin yaptığı gibi, aynı yerde kalabilmek için, devamlı koşmaya ve koşmaya ihtiyaçları vardır.

Buna göre, “Firmaların yöneticilerinden doğru olanı yapmalarını talep etmek” de anlamsız bir ütopyadan ibarettir. Noam Chomsky şöyle söylüyor:
Yönetim kurulu başkanı her zaman size, insanların ürünleri daha ucuza alabilmeleri ve daha iyi koşullarda yaşayabilmeleri için uğraştığını söyleyecektir. Ancak başkan kim olursa olsun onun birincil görevi, şirket karlarını maksimize etmek ve pazardan daha fazla pay kapmaktır; bunu yapmadıkları takdirde, koltuklarını koruyamayacakları açıktır.

Burjuva ekonomisti Adam Smith, kapitalizmin, bireylerin zenginliğini sağlamaya adanmış bir sistem olduğunu ve onun dolaylı olarak (gizli bir elle) toplumun refahını sağlayabileceğini söyler. Ancak günümüzde öyle görünüyor ki, birincisi yani bireylerin zenginleşmesi, ikincisini yani toplumsal refahı fersahlarca geri bırakmıştır.

Kapitalistler için kar kendi başına bir hedeftir. Onlar için, ürettikleri ürünlerin insanların temel ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı hiç önemli değildir. Bunlar gereksiz, hatta insanlık ve dünyamız için zararlı şeyler de olabilir. Onlar için para paradır ve bir somun ekmekten mi, lüks bir otomobilden mi, bir paket sigaradan mı ya da silahtan mı kazanıldığının hiç önemi yoktur.

İnsanlar aslında, “doğaları gereği tüketici” değillerdir. Mülti-milyar dolarlık reklam sektörü, sürekli olarak insanların duygu ve düşünceleriyle oynayarak, mutluluğun ancak daha çok satın almakla ve sonu gelmez bir modayı takip etmekle sağlanabileceğini akıllara sokmakla meşguldür. Böylece insanlar, amaçsız ve yıpratıcı bir tüketim hırsına sürüklenirler.

2003 yılında ABD’deki büyük firmalar 54.5 milyar dolardan daha fazla bir parayı reklama, yani insanları daha çok tüketime teşvik etmek için harcamıştır. Aynı yıl içinde ABD’de eğitime ayrılan para 76 milyar dolardır. 1995’de ABD’de ortalama bir yetişkin, %75’i büyük firmalar tarafından hazırlatılan 21,000 TV reklamı izlemeye mahkum edilmiştir. Avustralya’da 2004’deki reklam harcamaları 10 milyar Avustralya dolarını geçmiştir. 2007 yılında tüm dünyadaki reklam harcamalarının 298 milyar doları geçeceği tahmin edilmektedir.

küresel ısınmaŞurası açıktır ki, daha verimli bir üretime geçmek ve kirli fosil yakıtlar yerine temiz ve verimli enerji kullanmak, ilk bakışta kapitalistlerin kendi çıkarları açısından da doğru gibi görünmektedir.

Çevrecilerden bazıları, vergilerin, teşviklerin ve yönetmeliklerin doğru bir sentezinin sağlanması halinde herkesin bundan kazançlı çıkabileceğini iddia ediyorlar. Bu yolla, büyük firmalar, daha verimli, dolayısıyla daha karlı bir üretime, tüketiciler ise daha çevre dostu ürünlere ve temiz enerji kaynaklarına sahip olabileceklerdir.

Akılcı (rasyonel) bir toplumda bu yöntemlerin, birim üretim başına harcanan malzeme ve enerjiyi azaltarak insanın çevreye vermiş olduğu zararı azaltabileceği beklenir. Ancak ne yazık ki, akılcı bir toplumda yaşamıyoruz.

Kapitalist sanayinin önemli bir özelliği, 19. yüzyılda İngiltere’de yaşayan Ekonomist William Jevons’un adıyla anılan “Jevons Paradoks”udur. Buna göre, daha verimli üretim yöntemleri bulundukça, daha fazla üretim, dolayısıyla daha fazla kaynak kullanımı körüklenecektir.

Jevons’un 1865’de yazdığı “Kömür Sorunu” adlı kitabında belirttiği gibi:

Eğer teknolojik gelişmelerle örneğin bir yüksek fırında birim ürün başına kullanılan kömür miktarı azaltılabilirse, bu takdirde o sektördeki kar oranı yükselecek ve buna bağlı olarak da bu sektöre yeni sermaye kayacaktır. Buna göre demirin fiyatı bir müddet sonra düşecek ve buna bağlı olarak ona olan talep artacaktır. İşin sonunda, sayısı artan yüksek fırınların toplamda tükettiği kömür, teknolojinin sağladığı azalmanın çok ötesinde bir artış gösterecektir.
Tabii ki kapitalizm, her şeyde olduğu gibi, gerek üretim sürecinde gerekse son üründe teknolojik gelişmeleri takip eder. En fazla karı ne yaratacaktır? Bu yeni teknolojinin verimli, temiz, çevre dostu veya akılcı (rasyonel) olup olmamasının bununla hiçbir ilgisi yoktur. Küresel ısınmayla başedebilecek teknolojiler çok uzun zamandan beri mevcuttu.

Ancak bu teknolojilere yatırım yakın zamana kadar hep kulak arkası edildi. Çünkü bunlar kömür, petrol, nükleer gibi sahiplenilebilen ve tekelleştirilebilen enerji türlerine göre karlı görülmüyorlardı. Çünkü güneş ve rüzgar sahiplenilemez ve tekelleştirilemezdi. Yıllardır bu konudaki araştırmalara yeterli kaynak ayrılmamış olmasına rağmen, bugün bu teknolojiler, kömüre ve nükleer enerjiye kıyasla, çevresel ve sosyal faktörler de dikkate alındığında hala rekabetçi olabilmektedir.

Tramvay ve trenler gibi toplu taşıma araçları ise, 1800’lerden beri mevcuttur. (Londra’daki ilk metro 1863’de işletmeye açılmıştır.) Buna rağmen, kapitalizmin doymak bilmez kar hırsı, toplu taşımacılığın yerine, özellikle sanayileşmiş kapitalist ülkelerde, verimsiz, kirletici ve tüketici olan özel otomobilli yaşam tarzını koymuştur. Marksist ekonomist Paul Sweezy, “otomobil-sanayileşme kompleksi” olarak adlandırdığı bu sürecin, yirminci yüzyılda dünyadaki sermaye birikiminin temel ekseni olduğunu söylemiştir. Büyük otomotiv firmaları, petrol endüstrisi, genişleyen yollar ve şehirlerle bağlantılı olarak büyüyen emlak ve inşaat sektörü, hepsi bu eksenin etrafında yerlerini almışlardır. Bugün, kapitalist ekonomilerin petrole bağımlılığının temelinde işte bu “otomobil-sanayileşme kompleksi” yatmaktadır. İşte bu ulaşım sektörü, ABD ve Avustralya’da, en fazla CO2 emisyonu yapan sektördür.

Bugün, Henry Ford II’nin meşhur deyişinde söylediği gibi, “minik otomobiller minik karlar yaratırlar”. İşte bu nedenle otomobil üreticileri karlarının önemli kısmını devasa lüx otomobiller, 4x4 jipler, vb yaparak elde etmektedirler.

Toksik vandalizm

Kapitalist gelişmenin temelinde, yarattığı ekolojik ve sosyal vandalizmi, tüm topluma malederek, biyo-küremizi zehirli atıklarla doldurması vardır. Sanayi atıklarının zararsızlaştırılması ya da geri dönüştürülmesi ile uğraşmadıkları zaman kapitalistler karlarını daha da arttırırlar. Zehirli atıkları havaya veya en yakın nehre boca etmek çok daha ucuzdur. Toplum bu atıkları temizlemeye uğraşmakla veya onun sağlık ve çevre üzerindeki bedellerini ödemekle, aslında bu atıkları üreten firmaları sübvanse etmektedir.

Ya da tüm bu kirli atıklar basitçe Üçüncü Dünya ülkelerine ihraç ediliverirler. 2006 Ağustos’unda, yıllık cirosu 28 milyar dolar olan bir Hollanda firması, kendi ülkesinde 250 bin dolarlık atık yok etme bedelini ödememek için, 500 ton zehirli atığı Batı Afrika’daki Fildişi Sahili’ne gönderdi. Bu işlem sırasında, en az 10 kişi çıkan zehirli gazlardan öldü, 69 kişi hastaneye kaldırıldı ve 100,00’den fazlası ise tıbbi müdahaleye ihtiyaç duydu.

Öte yandan, kar hırsıyla büyüyen petro-kimya ve tarım sektörüyle bağlantılı olarak gelişen, sentetik kimyasallar, doğal ürünlerin yerine geçerek, sistematik kirletmeyi inanılmaz boyutlara yükseltmiştir. Sonuç, dioksinler, PCB’ler, CFC’ler gibi kimyasallara baz olan organo-klorin türü zehirli atıkların devasa boyutlarda üretimidir. Geçen yüzyılın ortalarından itibaren, üretim birimi başına oluşturulan toksik kirlilik sürekli artmaktadır.

Radikal çevrecilerin öncüsü Barry Commoner, 1992’de yazdığı “Gezegenimizle Barışmak” adlı kitabında, petro-kimya endüstrisinin tek başına, biyosfere 70,000 çeşit kimyasal saldığını, bu kimyasalların biyo-küremizi tahribata uğratarak, mutasyonlara, kansere ve değişlik yollarla ölüme neden olduklarını yazmıştı. Aslında petro-kimya ürünlerinin doğrudan doğruya yaşamın kimyasına girdiğini ve tahrip ettiğini vurgulamıştı.

Genel olarak, kapitalizmin tanrısı olan “Pazar mekanizması”nın, doğaya ve insana maliyeti ne olursa olsun, sermayenin maliyetini arttırmak suretiyle çevre tahribatını dizginleyecek bir kontrol mekanizması bulunmamaktadır. “Yeşil vergiler” sayesinde kapitalizmin çevreye verdiği tahribatın düzenlenebilmesi için yapılan girişimler hep başarısız oldu. Çünkü bu vergileri koyması gereken kapitalist hükümetler, büyük şirketler tarafından finanse edilmekte, ve statükonun korunmasını kendine görev edinmiş olan bürokratlar tarafından yürütülmektedirler.

Vergiler ve cezalar, kar marjlarını etkileyemeyecek kadar düşük tutulmuşlardır, öyle ki, büyük işletmeler için kirletmeyi derhal durdurmaktansa, ceza ve vergileri ödemek daha ucuza gelmektedir. Vergiler öyle uygulanmaktadır ki, dolaylı olarak tüketiciye yansıtılmaktadır ve temiz teknolojilere yatırımı motive etmek yerine, bazı ürünlere olan talebi azaltmaya yönelik olarak uygulanmaktadır.

Kapitalizm, yani pazar için bitmez tükenmez bir meta üretimi esasına dayanan bu ekonomi-politika, gezegenimizin temel ekolojik süreçleriyle çelişki içindedir.

Her geçen gün daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, kapitalist sistemin tüketiciliği ve kirleticiliği er veya geç insanlığı toptan bir ekolojik felaketle karşı karşıya bırakacaktır.

Önümüzdeki 30-50 yıllık süreçte bu gidişi durdurabilmek için insanlık, gezegenimizle ve onun ekolojik süreçleriyle olan ilişkisini, bilinçli ve rasyonel bir şekilde kontrol almak zorundadır. Kapitalist sistemin ise bunu yapabilme yeteneği yoktur.

Ekolojide Marx ve Engels

Bazı çevreci teorisyenlerin iddialarının aksine, Marx ve Engels insanlığın doğayla olan ilişkisinin farkında ve ona son derece saygılı idiler. Ve onlar, sosyalizm için ekolojik sürdürülebilirliğin bir zorunluluk olduğunun farkındaydılar. John Bellamy Foster ve Marksist Paul Burkett, bu konuyu, “Marks ve Engels’in İhmal Edilmiş Yazıları” üzerine yazdıkları kitap ve makalelerinde incelemişlerdir.

Onların bulgularına kısaca değinelim. Marks birçok yazısında, kapitalizmin doğayla insan arasında nasıl bir “metabolik uçurum” yarattığını söylemiştir. Sanayi kapitalizminin gelişmesi için birinci koşul, insanları üstünde çalışmakta oldukları topraktan kopararak, fabrika köleleri haline getirmektir. Çok geçmeden topraklar terkedilir ve verimsizleşirken, şehirler ve nehirler aşırı insan yoğunluğundan çöplüğe dönmüşlerdir.

Marks, kapitalist çiftçilikten söz ederken, yalnızca emeği değil aynı zamanda toprağı da soyma sanatı olarak bahsetmektedir. Yok edilmiş olan ekolojik sürdürülebilirliğe dönüşün, kapitalizm ile mümkün olmadığına işaret etmektedir.

Kapital’in 3. Cildinde, “Toplumun üst düzey ekonomik formasyonunda, bir insanın başka bir insan tarafından sahiplenilmesi ne ise, dünyanın bireyler tarafından sahiplenilmesi de o’dur.” Demektedir. Ne bir topluluk, ne bir millet ne de bir milletler topluluğu, dünyanın sahibi değillerdir. Onlar yalnızca bu dünyanın konuklarıdır ve kendilerinden sonra gelen nesillere onu koruyarak ve daha da geliştirerek teslim etmelidirler.

Kapitalizmin çevreyi yağmalamasına son vermek ve çalışanların sistematik olarak bu metabolizmayı restore etmesini sağlamak için, Marx, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir sosyal devrimi öngördü. Marx Kapital’de, “yalnızca işbirliği içindeki üreticilerin, insan metabolizmasına ve doğaya rasyonel bir şekilde hükmedebileceğini ve onu, kör bir güç olmaktan çıkararak kendi kollektif kontrolleri altına alabileceğini” yazdı. Doğayla insan arasındaki bu simbiyotik (bir arada varolabilen) ilişkinin yeniden, “sosyal üretimin düzenleyici bir yasası” haline gelmesi gerektiğini söyledi. “Toprağın, Ebedi bir toplumsal mülkiyet olarak, bilinçli ve akılcı işlenmesinin, insan neslinin varlığı ve devamı, -yani sürdürülebilir kalkınma- için vazgeçilmez bir koşul olduğunu” ifade etmiştir.

Engels, “Doğanın Diyalektiği”nde, doğa ile aramızdaki ilişkiyi “düzenlemenin”, yalın bilgiden fazlasını gerektirdiği tespitini yapmıştır. Bunun ise, mevcut üretim şeklimizde ve sosyal düzenimizde temel bir devrime ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.

Bu konuşmamda ben, anti-ekolojist “koşu bandı” tarzı kapitalist üretimin ve bitmez tükenmez kapital birikiminin, ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplumun temeli olamayacağını ve dünyamızı baskısı altına alan küresel ısınma krizini anlamamızda Marksizm’in nasıl bir yol gösterici olduğunu anlatmaya çalıştım.

Ekolojik olarak sürdürülebilir bir dünyayı ancak sosyalist bir toplum gerçekleştirebilir

Burada ve dünyanın her yerinde düzinelerce yeşil grup, ekolojik olarak sürdürülebilir bir dünya için, küresel ısınmanın ve çevre krizinin çözümüne sağduyulu ve mantıklı yaklaşımlar içeren birçok proje üretmişlerdir. Oysa bu projeler hep başarısızlıkla neticelenmiştir. Bu başarısızlıklarının nedeni, yenilenebilir enerjiye hızlı bir geçişin mümkün olmamasından ya da üretimle tüketimin rasyonel bir şekilde yeniden düzenlenmesinin çok uzak bir ihtimal olmasından kaynaklanmamaktadır. Onların başarısızlığının esas nedeni, bu değişimlerin kapitalist sistem içinde gerçekleştirilmesinin imkansızlığını kabul etmemelerinde yatmaktadır. Gerçek bir sürdürülebilir toplumun inşasına giden yolu açabilecek olan, yalnız ve yalnızca, “işbirliği içindeki üreticileri” (associated producers) kafasına ve kalbine yerleştirmiş olan bir toplumdur.

DSP’nin 1999’da yayınladığı, “Çevre, Kapitalizm ve Sosyalizm”, meseleyi açıkça şöyle koyar:
Çevrenin korunması için bu yaklaşımı kabul etmeyen tüm öneriler, konuyla alakasız hale dönüşen ‘ilginç öneriler’ olmaktan, ya da hedeflerinin sürekli gerisinde kalan sağlıksız bir evrimleşme teorisine dönüşmekten kurtulamazlar.
Ancak ve ancak, “İşbirliği içindeki üreticiler” tarafından ve onlar için işletilen bir sosyalist toplum, “koşu bandı” tarzı üretimin kontrol mekanizmalarını eline geçirebilir ve onu durdurabilir. Böylece hepimiz, bu “koşu bandı”ndan inerek, gelecekte gezegenimiz ve onun üstünde yaşayanlar için en iyi yolun ne olduğunu rasyonel bir şekilde planlamak için düşünmeye ve tartışmaya başlayabiliriz. Neyin nasıl ve ne kadar üretileceğini, ve zengin ülkelerle üçüncü dünya arasındaki ilişkileri belirleyen artık kar dürtüsü olmayacaktır.

Bunun hemen ardından, küresel ısınma, okyanusların tahribatı ve en geniş anlamıyla küresel çevre krizini hızlı bir şekilde tersine çevrilebilmek ve üçüncü dünyanın milyarlarca insanını tehdit eden açlık, hastalık ve yoksulluğu sona erdirmeye başlamak için gerekli olan büyük bir insan ve malzeme kaynağı açığa çıkacaktır.

Bu kaynak nereden gelecektir. Öncelikle kapitalizmin savaş harcamalarından. Dünyadaki doğrudan askeri harcamalar yılda 1 trilyon doları geçmektedir, ki ABD tek başına bunun yaklaşık %50’sinden sorumludur. Dolaylı askeri harcamalar gözönüne alındığında, ABD’nin 2008 yılındaki askeri harcaması 900 milyar doları aşacaktır. Avustralya’nın bile tek başına savunma bütçesi 22 milyar dolar iken, 11 Eylül sonrası başlatılan “teröre karşı savaş” ile birlikte buna 20 milyar daha eklenmiştir.

Tüm bu harcamaların bir parçası bile, dünyada açlık ve yetersiz beslenmeyi ortadan kaldırabilecek, dünyadaki her çocuğa eğitim verebilecek, herkese sağlık hizmeti ve temiz su temin edebilecek, AIDS ve sıtma gibi hastalıkların yayılmasını durdurabilecek büyüklüktedir.

Bu miktar aynı zamanda, üçüncü dünya ülkelerine yeni ve temiz teknoloji transferini sağlamaya da yetecektir. Böylece bu yoksul ülkeler kalkınma yolunda, endüstriyel gelişmenin kirli aşamalarını atlama imkanı bulabileceklerdir. Kapitalist hükümranlığın son bulmasıyla, üçüncü dünya ülkelerinin kaynaklarının yağmalanması da sona erecek ve gerçek anlamda bir kalkınma olacaktır. Üçüncü dünyanın borçlarının silinmesiyle, şu anda yoksul olan bu ülkeler, kendi temiz kalkınmaları için gerekli olan büyük miktarda parayı ellerinde tutabileceklerdir.

Bütün bunların üstüne, Ekvador merkezli Ekolojik Aksiyon tarafından tarif edildiği gibi, “Kuzey” ülkelerinin, üçüncü dünya ülkelerine, kaynaklarını yağmalamak, çevreyi tahrip etmek ve sera gazları da dahil olmak üzere çöplerini boşaltmak karşılığında oluşan borçlarını ödemeye başlamaları gerekmektedir. Bu borcun 2004 yılında en az 1.6 trilyon dolar olduğu hesaplanmıştır. Bu miktar en yoksul ülkelerin toplam borcu olan 523 milyon doların tam üç mislidir.

Eski yönetici sınıfın varlığı ve onun yönetiminin sona ermesi de, şu anda acil olan görevler için büyük bir meblağ oluşturacaktır. BM’nin geçen Kasım ayında yayınlanan raporuna göre dünyanın en zengin %2’si, dünyadaki servetin yarısından fazlasına sahip olduğunu ortaya koyuyor. En yoksul %50’si ise bu servetin ancak %1’ine sahip. AB, ABD ve Japonya bu en zenginleri oluşturuyor. Bunların üçte birinden fazlası ABD’de, %27’si Japonya’da, %5-6’sı ise İngiltere ve Fransa’da yaşıyor.

Gerçek demokratik sosyalist planlama ile, belli malların üretimine öncelik verilirken bazılarının üretimi ise sınırlandırılacaktır. Sırf kar amacıyla üretilen gereksiz bir sürü ürünü gözönüne getirin. İnsanların kendilerine olan güvensizliklerini ve gösteriş budalalıklarını, kendi çıkarları için manipüle eden ve büyük bir sahtekarlıktan başka bir şey olmayan multi-milyar dolarlık reklam sektörünün pompaladığı gereksiz ve savurgan tüketim çılgınlığı bir anda düşecektir.

Pazarlamada sırf ürünlere albenili bir görünüm vermek için kullanılan aşırı ambalajlama son bulacak ve bu yüzden gerçekleşmekte olan ağaç katliamı ve çevreye büyük bir yük getiren milyarlarca ton plastik ambalaj malzemesi ortadan kalkacaktır. Cam şişe, vb. gibi geri dönüşümlü ambalajlar yaşantımıza geri dönecektir.

Ürünlerin anlamsız bir şekilde ekonomik ömürlerini tamamlamadan “eskimesi”, ve suni bir şekilde yaratılan moda gibi heveslerle “kaldır at” türü bir tüketim tarzına kurban edilmesi son bulacaktır. “Bu yılın yeni modası” gibi kavramlar tarihe karışacak ve ürünler uzun süre dayanacak ve ekonomik ömürlerini tamamladıktan sonra tamamen geri dönüştürülebilir bir şekilde imal edileceklerdir.

Toplumun zenginliği, kolektif olarak araştırma ve geliştirmeye yöneltilecek ve yaratılacak yeni teknolojiler, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya yönelirken aynı zamanda temiz ve çevreyle uyumlu olacaktır. Çok hızlı bir şekilde yenilenebilir enerji kaynakları devreye sokulacak ve çevreyi kirleten kömür ve nükleer enerji santralleri süreç içinde devredışı bırakılacaklardır.

Toplum yararına yönelik ar-ge yatırımındaki hızlı büyüme, güvenilir güneş, rüzgar ve diğer alternatif enerji kaynaklarının geliştirilerek, geleneksel kaynaklara göre daha ucuzlamasını ve bunların sebep olduğu toplumsal ve çevresel yan etkilerin ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Dünyamıza her gün, tüm insanlığın bugün kullandığı toplam enerjinin tam 17,000 katını gönderen güneş enerjisinin rantabl bir şekilde hasat edilmesi sağlanacaktır.

Bugün, ihtiyacımız olan enerjinin teorik olarak tamamını temiz kaynaklardan temin etmemizi sağlayacak teknoloji mevcuttur. Endüstriyel seviyeden, ev ve ev aletleri tasarımına kadar ekonominin her alanında enerji tasarrufu sağlayan teknolojilerle ve toplumsal olarak organize bir geri dönüşüm planlaması sayesinde, sera gazı emisyonları yalnızca yavaşlatılmakla kalmayacak, aynı zamanda geri döndürülebilecektir.

Toplumsal talep doğrultusunda, ekonominin tüm sektörleri çevre dostu bir seferberliğe sokulacak ve bu koşula uyamayanlar, çalışanları başka alanlarda istihdam edilmek üzere, ücretleri kesilmeksizin eğitilmek koşuluyla, kapatılacaklardır.

Kapitalizmin özel otomobil ve kamyon ulaşımına olan bağımlılığı, toplu ve ücretsiz ulaşım sistemlerinin hızlı bir şekilde geliştirilmesiyle son bulacaktır. Yolcu ve yük taşımacılığında, en uzak bölgelere kadar ülke ve dünya çapında demiryollarına geri dönüş, gündemin ilk sıralarında yer alacaktır. Şehirler artık özel otomobillere göre değil, bunun yerine hızlı bir toplu taşımacılıkla birbirine bağlanmış evsel, sosyal ve çalışma merkezleri etrafında tasarlanacaklardır.

“İşbirliği içindeki üreticiler” yeni toplumu kurarlarken, talepler ve ihtiyaçlar ve buna bağlı olarak tüketim alışkanlıkları da kaçınılmaz olarak değişecektir. Kapitalizm, insanın en olumsuz davranışları olan bencillik, kişisel çıkar, açgözlülük, istifçilik ve “it iti yer” mantığı üzerine kurulmuş bir sistemdir. Kapitalizmin insan davranışına olan çarpık bakışı, Orwel’ci “Sağ kalan” (Survivor) adlı kurgu şov ile özetlenebilir. Bu çarpıtılmış görüşe göre, hayata kalan son kişi muzaffer olandır! Ancak şurası bir gerçektir ki, kapitalist toplumların kendileri de dahil olmak üzere tüm toplumlar, aslında birbirleriyle çatışarak değil işbirliği yaparak varlıklarını sürdürebilirler.

İnsanların fiziksel ve zihinsel refahı ve sosyal güvenlikleri için yeterli gıda, giyim, konut, mobilya, araç gereç, kültürel faaliyetler, sağlık hizmetleri ve yaşam boyu eğitim ve öğretim üretmek için birlikte çalışmayı, her şeyin üzerinde tutan bir toplumsal organizasyonda, ve teknolojik gelişmelerin çevreye bir maliyeti olmaksızın herkes tarafından kullanılabileceği bir toplumda, yeni bir “zenginlik” tanımı gelişecektir. Zenginlik artık, insanların ne kadar malvarlığının olduğu ile ölçülmeyecektir.

Marx ve Engel’in sözleriyle sosyal zenginlik, “toplumun tüm üyelerine kendi yeteneklerini mümkün olan her yönde geliştirme ve uygulama” imkanı tanınmasıyla ölçülecektir. Böylece, “sınıflar ve sınıf çelişkileriyle birlikte varolan burjuva toplumu”, “bireylerin özgür gelişiminin, toplumun özgür gelişmesi için şart olduğu işbirliği içindeki topluma” dönüşecektir. (Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine. -çn)

Toplumsal zenginlik, yani insanın gelişimi artık, ürün ve hizmetlerin sürekli artan tüketimi ile, ya da “ekonomik büyüme” göstergeleriyle ölçülmeyecektir. Bu zenginlik, işgününün kısaltılmasıyla ölçülecektir. İnsanların kendi entelektüel, sosyal veya kişisel yeteneklerini özgürce geliştirmelerine olanak tanıyan bu serbest zaman, toplumsal zenginliğin ta kendisidir.

Toplumun serbest zamanı, yani zenginliği arttıkça, onun üyelerinin de, çevresel veya teknolojik olarak zor problemler de dahil olmak üzere, toplum sorunlarının çözümü, planlanması ve uygulanmasına olan katkıları da artacaktır. Bu serbest zamanın olanaklı kılacağı teorik ve pratik eğitim sayesinde, “bilim artık yönetici sınıfın bir aracı olmaktan çıkarak, toplumsal bir güce dönüşecektir”.

Bu koşullar ancak ve ancak, toplumsal mülkiyetin, demokrasinin, planlamanın ve kişisel varlık ve tüketime bağlı olmayan bir zenginlik tanımının sağlanabildiği bir toplumda yani sosyalist toplumda gerçekleşebilecektir. Ve insanlık, önümüzdeki 50 yılda, kapitalizm ile, hayatta kalmak arasında er veya geç bir seçim yapmak zorunda kalacaktır.